Şöhrette afat vardır

“Şöhrette afat vardır.”

 

Hoş geldiniz. Muhabbet getirdiniz. Feyiz getirdiniz.

ALLAH feyzinizi artırsın.

ALLAH muhabbetinizi artırsın.

ALLAH sonununuzu hayır getirsin.

Çok hayırlı ömürler ihsan etsin.

Cenâb-ı Hak vücudumuzu sağ etsin. Hayırlı ameller, hayırlı ömürler ihsan etsin.

ALLAH arzunuza ulaştırsın.

ALLAH ilminizi artırsın.

ALLAH hulûsunuzun, ihlasınızın barını, meyvasını yedirsin.

İyi niyetle gelmiş olasın. Buraya gelmiş olmanız en bü-yük ameldir. Uzak yerlerden geldiniz, zahmet çektiniz, para harcadınız. ALLAH zahmetinize rahmet versin.

ALLAH emeklerinizi zayi etmesin.

ALLAH hamdinizi, şükrünüzü artırsın. Hamdolsun, şükrolsun.

Çok şükürler olsun. Nihai şükürler olsun. Rabbımızın ihsanına, keremine şükürler olsun. İhsanda bulunmuş. Lutufta bulunmuş. Bağışta bulunmuş. Bizim, iyiliğimizden, bildiğimizden değil. Rabbımızın lutfu ihsanı. ALLAH zayi ettirmesin.

Nimetlere şükür var. Şükür olmazsa nimet azalır. Azala, azala yok olur. Şükür olursa nimet çoğalır, çoğalır. Deryalar gibi olur. Nedir nimetimiz? ALLAH bizi müslüman halk etmiş. Bundan daha büyük nimet olur mu?

Çok yaşayan da ölür, az yaşıyan da ölür. Zengin de ölür, fakir de ölür. Herkes yok olup gidiyor. Esas sonsuz hayat orada. Esas sonsuz hayat ahirette. Ahirete inanmak lazım. Ahirete inanmayanlar Ehl-i iman sayılmamışlar. O zaman ne olur? İnsan ehl-i küfür olur. Onların azabı büyük. O za-man ebedî cehennemde kalırlar. Âmentü’nün altı şartı var. Birisi de ahirete inanmak. İnsanlar nefisini arındırmalıdır. Nasıl olacak arındırmak?

İnsanlar sanki dört tarafı siyah perde ile kaplı bir yerde. Etrafı duvarla örülmüş. Bu duvarları cam ederse dışarıyı görür. Ceset perde oluyor. Bu ceset yok olunca duvarlar yok oluyor. Bu perde hem camdır, hem de siyah bir duvardır veya siyah bir perdedir. Ruhu karanlıkta kalmış. Ne zaman ki insan gafletini giderirse, o ceseti olur cam. Daha onun ruhu karanlıkta kalmaz.

Biz bir ruh taşıyoruz. Bu Ruh Allah'tan gelmiştir. Neye benzer bu? Derya var, okyanuslar var, deniz var. Hepsi deniz aslında bunların. ALLAH'ın rahmeti bir okyanus, okyanuslarla kıyas edilmez O. Bu yağmur katreleri nereden geliyor? Okyanustan geliyor. Fakat bir katre ile bir okyanus bir midir? Milyonlarca yağmur katresi toplandığı zaman ancak su olup akar. Ama o su olur akarsa okyanusa gider karışır yine. Veyahutta topraktan kaynayıp çıkan sular var. Bir kısmı var ki serçe parmağımız kadar. Bir kısmı da var ki adamı alıp götürecek güçte. O kadar kuvvetli akan su deryaya gidiyor. Nasıl gidiyor? Nehire yakın oluyor. Nehirin yatağı deryayı bulana kadar gidecek. Deryayı buldu mu, daha hareket yok. Ama deryayı bulana kadar bir sesi var, bir hareket var. Deryayı buldu mu, hareket ve ses biter. Ama nehri bulamayan, dere, çay, ırmak deryaya gidemez. Nehirden mana evliyaullah'tır. Deryadan mana ALLAH'ın zat'ı azametidir. Katrede bizim ruhlarımız ama bu ruhlar deryayı bulamazsa yok olur.

ALLAH'tan geldik. ALLAH'a gidecek isek, ALLAH'ın rahmetini kazanmak var. ALLAH'ın gadabını kazanmak var. Gadabını kazanan da gidiyor ALLAH'a rahmetini kazanan da gidiyor. ALLAH'ın gadabı ve rahmeti kimler için?

Bizler için. İnsanlar için. Onu bizim elimize vermiş. Onu bizim say’ımıza gayretimize bırakmış. Akıl ve irade vermiş ki onu bilelim diye. Akıl vermiş ki, yararlı nedir, zararlı ne-dir, bilelim. İrade de vermiş ki, o zararlı şeyden kendimizi koruyalım. Mesela, şurada bir ateş yanmış, sana doğru ge-liyor. Kaçacaksın ki, kurtulasın. Orada da bir nimet var. Gi-deceksin ki oraya, alabilesin. Cenâb-ı Hak, akıl vermiş ki, bizim için yararlı şeyleri elde edebilelim. Yararlı olan şeyler ALLAH'ın emirleri, zararlı olan şeyler ALLAH'ın yasakları. Bunu her aklı olanın bilmesi lâzım. Her aklı olan mesuldür bundan. Bilecek. Ancak bilmeyen delilerdir. ALLAH delilerden kâr-zarar, hayır-şer, helâl-haram sormuyor. Akıllı kim? Kazancını, kârını, zararını, harcamasını, yemesini, içmesini bilen. Maddi kârını-zararını bilenler akıllı. Öyle ise bu aklı ALLAH bize niye vermiş? Yararlı nedir? Zararlı nedir? Bilelim diye. Cüzi iradeyi niye vermiş bize? Yararlı şeyi gidip alalım. Zararlı şeyden de kaçalım diye. ALLAH bu kadar mükevvenatı halk etmiş. ALLAH'ın halkiyyeti üçe ayrılır:

Cemadat, mesnuat, mahlukat. Cemadat: Yer, taşlar, ka yalar, madenler. Bunların sayısı yoktur. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Kara topraklarında, insanların hiç bilemiyeceği, bula-mıyacağı yerler olacak, kıyamet kopana kadar.”

Bugün bakınız, dünyaya hükmeden Amerika Kıtasının kaç senelik mazisi var ki? Ne zaman bulundu? Halbuki dün-yanın ömrü çok öncedir. İnsanlar 1492'de Amerika kıtasını bulunca oraya gidip yerleşmişler. İş-güç sahibi olmuşlar.

Mesnuat: Yerin bitirdikleri. Yerin sebzesi, meyvesi. (Neba-dat)

Mahlukat: Yerin üzerinde taşıdığı canlılar. İnsanlar da mahluktur, Cin de mahluktur, Melek de mahluktur. Ama melek insanlara müsavi bir mahluk değildir. İnsanlar mü-savilikte kalmıyorlar. Seviyesinde kalmıyorlar. Bir insan se-viyesinde kalmazsa ya aşağı iner, ya yukarı çıkar.

Madem ki insanda bir irade var. Bu iradesi ile ya yükselir, ya alçalır. ALLAH bir akıl vermiş ki, kârını-zararını bilsinler diye. Bir irade de vermiş ki, o kârını-zararını korusun diye. Şimdi bizde orta vasattayız. Yukarıda diyelim ki altınlar var, mücevherat var. Çıkarsak onları elde ederiz. Aşağıda kömür var, odun var. Ateş almış yanıyor. İnersen sen de yanarsın orada. Ama biliyorsunuz ki aşağıda ateş var. O yanan ne-dir? Cehennem. Onun için cehenneme inanmak imandan-dır. Öldükten sonra dirileceğimize inanmak imandandır. Yu-karıdaki mücevherattan maksat cennettir. Çok kıymetli bir yer. Öyle ise, biliyorsan orayı, çık oraya. Niye ateş yanan yere iniyorsun? İnme, çık. İşte bu insanlara ALLAH akıl ver-miş. Kârını-zararını bilsinler diye irade vermiş ki, kâr etsin. Zarardan kaçınsın. Onun için Cenab-ı Hak “insanlar hüsrandadır” buyuruyor. Hüsran zarar. Ama bu zarar manevî zarar. Maddî zarar değil. Maddî zarar bizim için manevi kâr sayılıyor. Maddi zararı da ALLAH'tan bilirsek. ALLAH bize ikramda bulunacak. ALLAH:

“Biz insanları, mallarının, canlarının övenlerinin azalması ile imtihan ederiz. Sabrederlerse bize gelecekler. Geldik-lerinde bizim onlara mükâfatımız olacak.” buyuruyor.

ALLAH'ı çok zikretmemiz lâzım. Terakkimiz de budur. Biz şimdi buradayız. Hıristiyanların, Mecusilerin, Yahudilerin, ateşe tapanların, güneşe tapanlarının hepsinin çocukları, İs-lâm fıtratı üzerine doğar. Onlar 15 yaşına girdikten sonra annesi babası yahudi ise, oda yahudi olur, hıristiyan ise, oda hıristiyan olur, müslüman ise, oda müslüman olur. Ate-şe tapıyorsa, onlar da ateşe taparlar. Her hayvanın yavrusu annesinin peşinden gider. Her kuşun civcisi arar peşinden gider. İnsanlarda da dinî terbiyeyi çocuk, annesinden baba-sından alıyor. Ama onbeş yaşına girdikten sonra ayırım baş-lıyor. Çünkü mükellef oluyor. Günahı-sevabı, hayırı-şerri, bilmiyorsa, seçmiyorsa bu sefer de aşağıya iniyor.

Bu aşağıya inmek, inmek ne demektir? Bir köpeğin güna-hı, sevabı yoktur ki cehenneme girsin. Köpek ot gibi bitti, ot gibi gitti. Köpeği ALLAH insanlara hizmetçi halketti, sürülerini bekliyor, bahçesini bekliyor, kapısını bekliyor. Hepsini insanlara hizmetçi halketmiştir Cenâb-ı Hak. En zararlı olan hayvanı bile bizim için hizmetçi halketmiştir. En zararlı ola-nın da bir yararlı tarafı var da bilemiyoruz.

Nuh Aleyhisselâm gemiyi yaptı. Gemiye bindi. Gemide su yok, tufan yok. Cenâb-ı Hak emretti ki:

– ”Ya Nuh! Her hayvandan bir çift al.”

Dişili, erkekli onları aldı da ondan sonra tekrar ürediler. O zaman hınzırı da aldı gemiye. Aslanı da aldı gemiye. Domuzu da aldı ki gemide olan pislikleri yesin diye. Bu do-muzun burnuna fare düştü, pıskırdı. Bu defa fare gemiyi delmeye başladı. Çünkü zararlı hayvan. Cenâb-ı Hak:

– “Ya Nuh aslanın belini sıva” dedi.

Aslanın omuzundan kedi düştü. Eğer kedi orada halkolmasaydı, fareler gemiyi deleceklerdi. Gemi batacaktı. Bütün bu hayvanlar insanlar için hizmet görüyorlar. Zararlı oldukları kadar yararlı tarafları da var. Ama göremiyoruz:

Cenâb-ı Hak:

“Biz insanları ve cinleri halkettik. Bizi mabut bilsinler.”

Bu kadar mahlukatın içerisinde niçin insanları, cinleri halkediyor Cenâb-ı ALLAH?

İnsanlar, cinler madde değil, ruh taşıyorlar. Ruh yok ol-maz. Bu cesetler dünyaya gelmeden önce ruhun nerelerde, ne kadar süre kaldığı bilinmiyor. İlm-i ezelde ruhlar halk edilmiştir. İlm-i ezeli ise ALLAH'ın kendi bilgisidir. Ne kul-larına, ne ulemasına, ne de nebisine bildirmemiştir. Fakat ilm-i ezeliden bu zamana kadar gelmişler. Semâda çok â-lemler var. Âlemlerden geçmişler gelmişler. Dolana dolana gelmişler. Sayısız ruhlar gelmiş. Evvelâ Hz. Âdem'e ruh indirmiş Cenâb-ı Hak. Biz onun tohumlarıyız. Ancak ALLAH ezelde halk etmiş. Ruhlarımız ilm-i ezelde “belâ” demiş. A-ma bunu ruhumuz dememiştir. Ona dedirten ALLAH. İlm-i ezelide bizi seçmiş. Ruhumuza “belâ” dedirtmiş. Bizi küfürde koymamış. Ehl-i Küfür olanlar da dünyaya gelmişler. Ama ALLAH'a inanmamışlar. İnen kitaplara inanmamışlar. Bazı-ları bazı peygamberlere inanmamışlar. Öyle Peygamberler olmuş ki hiç inanmamışlar. Öyle olmuş ki, bir tane ümmeti olmuş. Hiç inanmayanlar olmuş. Hiç ümmeti olmayan Pey-gamber olmuş. Peki inanmayanları olan peygamberler za-manında bizi halketseydi, şeriatları battal olmuş olan kitapları battal olmuş olan dönemde bizi halketseydi Cenâb-ı Hak?

Battal olması da ALLAH'ın dileğiyle olmuştur. Eğer o ki-taplar Hak tarafından battal olmasaydı, onlar da müslüman sayılırdı. İncil ve Tevratı kabul edenler müslüman sa-yılırdı. Bu kitaplar ne kadar tahrip edilse bile aslı vardır. Hakikatı vardır. Bunlar ALLAH tarafından değiştirilmiş. Çünkü ALLAH'ın kanunu değişmiş. Onlara Tevrat’ta ve İn-cil’de, nasıl kazanıp, nasıl harcayacakları, yaşama biçimleri bildirilmiş. Fakat ibadetleri sadece kilisede kalmış. Battal olmamış olsa bile başka bir yerde amelleri yoktur.

Ama bizim peygamberimizi Cenâb-ı Hak sevdiğinden do-layı O’na her yeri mescit kılmış.

Abdülhalik Gücdevanî Hazretlerinin Evliya-yı Kebîr is-minde bir müridine vasiyetnamesi var. Ama o vasiyet hepi-mizedir. Çünkü bu tarikatın kurucusu Abdülhalik Gücdeva-nî Hazretleri bizim hatmemizin-teveccühümüzün sahibi O'dur. O icat etmiştir. Bu vasiyetname nedir?

Evvelâ diyor ki: “Şöhret kazanma! Şöhrette afat vardır.” Onun için bizim büyüklerimiz tarihlere geçmemişlerdir. Şöh-rette afat vardır.

Mübarek, Erzincan'da Terzi Baba isminde bir zat var. Ke-rametleri var, meşhur bir zattır.

Fakat Şah Dedemiz olan Pîri Sami Hazretleri demiş ki:

“Eğer Terzi Baba'nın derecesinde halife çıkartsam ikiyüz tane çıkarırım” demiş ve bu sahihtir. Fakat:

“Şöhret kazanma, şöhrette afat vardır. İsmini hüccetlere yazdırma.”

Veysel Karânî Hazretleri ile Peygamber Efendimiz sağ-lıklarında birbirlerini görmemişlerdir. Ama Peygamber Efen-dimiz vasiyet etmiştir ki “Hırkamı O'na götürün” diye. Gö-türen kim?

Hz. Ali Efendimiz ve Hz. Ömer. İki halife. Hırkayı alma-dan evvel hırkanın hakkını vermiş. (Secdeye kapanmış.) Hırkayı başlangıçta almamış.

Birbirlerini hiç görmedikleri halde. Uhud Muharebesinde kafirler taşla saldırınca Peygamber Efendimizin dişi kırıldı. Bu sahneyi ta Yemen'den görmüş. Taşı almış, dişlerini kır-mış, evet.

İşte maneviyatta bu derece de Peygamberimize yakın. Hırkayı götürdükleri zaman, secdede uzun bir süre kalmış. Onlarda “bu bayıldı mı, uyudu mu?” diye kaldırmışlar. Kal-dırılınca demiş ki:

-“Niçin acele ettiniz. Ben hırkanın hakkını icra ediyordum. Ümmeti Muhammedin günahkârlarının affını AL-LAH'tan diliyordum. Dörtte üçünü bağışlattım, dörtte biri kalmıştı.”

Peygamber Efendimiz, Üveys hakkında yaptığı sohbetin tatbikatını mübarekler orada hırkayı verirken görüyorlar. (Bak I. Gülden Bülbüllere)

Neyse hırkayı veriyorlar. Hz. Ömer Radıyallahu hakkın-da Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki:

-“Benden sonra peygamber gelseydi, Hz. Ömer gelirdi.” diye.

İşte Hz. Ömer; Peygamber Efendimizin Üveysî metheden çok hadislerini biliyor. Ondan istekte bulunuyor:

-“Ya Üveys bize bir nasihatta bulunsan.”

Demiş ki:

-“Sen birşeyler biliyor musun?

-“Biliyorum” demiş.

-“O halde bildiklerini unut ALLAH'ı bil yeter.”

Yine nasihat et demiş.

-“Seni bilirler mi?”

-“Bilirler.”

-“O bilenlere kendini unuttur. ALLAH seni bilsin yeter.”

Yine nasihat et demiş:

-“Hayır! Bu iki nasihatımı tutarsan yeter sana.”

 

Salih Babanın divanında da ne geçiyor:

       Künfekânın sırrına ermek ne hacet bizlere

O divan bizim elimizde bir ameldir. Hem şeriattır, hem tarikattır, hem hakikattır, hem marifettir. Vaaz, sohbet hepsi ondadır.

Bu mükevvenat Cenâb-ı Hakk'ın “Ol” demesi ile oldu. “Künfekan” bu demek?

“Feyekün” emri ise, yok demesi ile yok olacak.

“Kün ve feyekün” arasını ALLAH bilir. Alimlerde bildiği kadar bilirler. Meşayihin bildiğini alimler bilemezler. Nebilerin bildiğini veliler bilemezler. Velilerin bildiğini alimler bilemezler. Alimlerin bildiğini de biz bilemeyiz.

“Künfekân” emrinde neler gelmiş, neler geçmiş, neler ol-muş, neler bitmiş. Bunları alimler bilir. Ne hikmetler ne hikmetler.

Alimler nerden bilirler? İnen Kur'an'dan.

Ne diyor burada?

       “Künfekân”ın sırrına ermek ne hacet bizlere

       Aşka ermektir muradım nam u nişan istemem

Nam: Duyurmak. Bir insanın kendisini etrafa duyurmasıdır.

Nişan: Kendi varlığı, kendi görüntüsü.

Kendi varlığı, kendi ilmi, kendi ameli ile kendisini yüksek görmek.

Diyor ki: Aşktan daha kıymetli birşey yok. Çünkü aşk in-sanda nam nişan bırakmaz. O zaman Veysel Karani Haz-retlerinin dediği olur. Seni biliyorlar mı? ALLAH bilsin yeter. Bilenlere unuttur.

Birşeyler biliyor musun? Biliyorum.

Bildiklerini unut. ALLAH'ı bil yeter. Şükür, şükür, şükür ….  Acziyetimizi bileceğiz, kusurumuzu bileceğiz, noksanımızı bileceğiz. Zaten ALLAH bizi noksan sıfat yaratmış. Ama biz bilemiyoruz. Sadece belli günahlar işliyoruz. Noksanlığımız onlar zannediyoruz. Bir de seçilmişler var. Seçilmişlere göre bizim her halimiz noksan.

Bir inanmış var. İnanmış ama inancını yaşamıyor. Biz onlara ne diyoruz “Günah işliyor, kusur işliyor” diyoruz. İşte bizden seçilmişler var. Onlara karşı da bizim her halimiz noksan. Ne kadar ibadetimiz amelimiz olursa olsun, bizim de onlara karşı çok noksanımız var.

Yürürken ALLAH'ı zikredemiyorsun. Yerken, ALLAH'ı zikredemiyorsun. Gideceğin yeri düşünüyorsun. “Ne kadar gittim, ne kadar kaldı?” diye. ALLAH kalbinde yok. İçiyorsun, ALLAH'ı zikretmiyorsun. Nefeslerin bütün boşuna. Gafil yiyorsun. Bunu bize bildiren kim oluyor? Evliyaullah oluyor. O bize bir ALLAH sevgisi verecek.

ALLAH'ı kalbimizden unutmayacağız. ALLAH'ı unutursak eğer gafil yeriz, gafil içeriz, gafil konuşuruz. O zaman bizim terakkimiz olmaz. Aşağıya düşeriz, kalırız.

       İyiliğe iyilik insanların kârı,

       Kötülüğe iyilik ariflerin kârı.

Demek şudur ki: Vebâl ehli kim oluyor? Bugün zamanı-mızda hacısında, hocasında bütün amel işliyenlerde bu vardır. Şahsî menfaat gözetiliyor.

Bugün ayırımlar var. Müslümanlar ayrılmışlar. Süley-mancı, nurcu, ışıkçı v.s. var, var, var ….. çok var. Bunlar sözlerini kasıtlı konuşuyorlar. Kendilerini methediyorlar. Kendilerinden olmayanları zem ediyorlar. Bu garazi değil mi? Maksatlı değil mi, bu konuşmak? Biziz diyorlar. Kitap, sünnet, tefrikayı yasaklamıştır. Kim ki tefrika yapıyorsa, ve-bâli yükleniyor. Benim inancım kanaatim bu. Sizde ister inanın, ister inanmayın. Öyle ise:

 

       Bu halkın çoğu kâl ehli

       Kimi olmuş vebâl ehli

       Gayet azdır kemâl ehli

       Cinni bırak cân ara bul

       Bir kâmil insan ara bul

Cinni bırak ne demek oluyor? “Gul euzü bi rabbinnas” suresinde: Cenâb-ı Hak cinlerle, insanları bir zikretmiş. O-nun için bunları bırak. Bir kâmil insan ara.

“Yekûnû maasâdıgîn. Sadıklarla olun.” Evet sözümüzü, menfaatimize göre konuşmayalım. Başkasına da menfaati-mize göre konuşmayalım. Başkasına da zarar verecek söz konuşmayalım. İşimizi kendi çıkarımıza göre işlemeyelim. Başkasına da zarar verecek iş işlemeyelim. Eğer kemâl ehli olmak istiyorsanız böyle. Yaşantınız İslâm'a uygun olsun. Yemeniz, giyinmeniz, almanız, vermeniz, konuşmanız İs-lâm'a uymalı.

Kimseyi incitme, kimseden de incinme. Cenab-ı Hak:

“Herkes bildiğinin alimidir” buyuruyor. “Şerleri bilemi yoruz” demeyin. Senin bildiğin şer var. En zararlısını, en önemlisini sen biliyorsun. Bildiğin günah var. En önemlisini biliyorsun. Bildiğin haram var.

Hanımlar için ne? Kısa etek giyinmiş, göğüs, bağır açık. Kol-bacak açık. Bunlar bilmiyorlar mı? Eğer bunların içeri-sinde Hıristiyan varsa, İsevi, Musevi varsa ki, onlarda da yok. Esas Katolik Hıristiyanlar kapalılar. Açık değil. İşte bile-rek işlenilen günah.

Sizler için de var. Zamanımızda aile huzursuzluğu o ka-dar çoğalmış ki bu kadar insanlardan şikayet geliyor. Git-tiğimiz yerlerde.

Beyi hanımından şikayetçi, hanımı beyinden şikayetçi. Oğlu babasından, babası oğlundan şikayetçi. Nakşibendi Efendimiz buyuruyor ki:

“Her sözü mahallinde konuşun,

Her sözü mahallinde düşünün.”

Mahalli olmayan yerde söylediğiniz sözden fayda elde e-dilmez.”

Şimdi burada: Hanım olarak hepinizin tesettürü var. Na-mazınızda, niyazınızdasınız. Benim kanaatim, hepsi değilse bile  çok hanımlar beylerine itaatsizlik ediyorlar. Anlayışım, hissiyetim, görüşüm bu. Halbuki hanımlar, ALLAH'a itaatten sonra, beylerine itaat edecekler. Hanım beyinin kölesidir. Kölesi denince ona zulüm mü edecek? Hanım da beyine emanettir. Aynı sohbet erkeklere de söyleniyor. Hanımlarınız size emanettir. Onlara işkence yapmayın. Onları ihtiyaçlı bırakmayın. Onlara eziyet etmeyin. Siz böyle olmayın. Beyi hanımından şikâyetçi. Diyor ki:

– “Ben hanımı örttüremiyorum. Namaz kıldıramıyorum.”

Çok hanım da beyinden şikayetçi. Ben namaz kılacağım beyim bırakmıyor. Başımı örteceğim, beyim bırakmıyor. Çok dikkatli olmak lazım. Siz, size düşen görevinizi yapın.

ALLAH'a karşı olan kulluğunuzu görevinizi yapın. Hanım beyinden izinsiz hiç bir yere gitmeyecek. Hanım iki yerde beyini dinlemez.

1- İlim öğrenmede: Vaaz, sohbet dinlemede,

2- İbadette: Zikir yaparken, namaz kılarken.

Beyi kızıyorsa: Gizli yapar bildirmez.

Sair zamanlarda sözünü dinleyecek. Fatımatü’z Zehrâ Validemiz (Seyyid-i Nisâ) Hanımlara o şefaat edecek. Pey-gamber Efendimizin verdiği yetki ile azaba girecek hanım-ları o kurtaracak, hepsini değil. Şefaat te şöyledir. Bir talebe okur. Mesela: On tane dersi var. Bu derslerin dokuz tanesini vermiş. Bir tanesi kalmış. Not değeri olarak diyelim ki beş alması gerekiyor. Ama öğrencinin notu eğer dört ise, heyet beş verip kurtarıyorlar. Şefaat meselesi de böyledir. Muhak-kak ki sevabımız, günahımızdan ağır gelirse, kurtulacağız. Eğer günahımız sevabımızdan ağır gelirse kurtulamayız.

Fatımatü’z Zehrâ Validemiz babasına sormuş:

-“Babacağım ahirette komşu olacak hanımlardan bir ta-nesini bana haber verir misin?”

-“Tabii kızım. Filanca mahalledeki filanca evde oturan deve çobanının hanımı. Git ona müjdele. Sen bana cennette komşu olacaksın.” de.

Gitmiş görüşmeye kapıyı vurmuş. Hanım:

-“Kim o?” demiş.

-“Ben Fatımatü’z Zehrâ. Resulullah’ın, iki cihan sultanı, Hz. Muhammed'in kızıyım” demiş. Hz. Ali'nin zevcesiyim. Cennetin ziynetleri olan Hasan-Hüseyin'in annesiyim.

Cenâb-ı Hak Hasan-Hüseyin Efendimizin nuru ile cenneti ziynetlendirecek. Arş-ı âlâ'yı da onların nuru ile süslemiş.

Demiş ki:

-“Hoş geldiniz, sefâ geldiniz. Ama ben beyimden izin al-madan seni içeri alamam, özür dilerim, beni affet. Bugün beyimden izin alayım da yarın oturalım” demiş.

Beyinden izin almış. Fakat Hasan Efendimiz ertesi gün annesinin peşine takılmış. Kapıyı vurmuş.

-“Kim o”

-“Ben Fatımatü’z Zehrâ.”

-“Yanında kimse var mı?”

-“Bir küçük oğlum var.”

-“Ben oğlunuza izin almadım. İçeri alamam. Affet beni demiş.

Diğer gün tekrar geldiklerinde. Onlara izin alınmış. Fakat bu sefer de Hüseyin Efendimiz takılmış peşine.

Kapıyı vurunca: Yine soruyor?

-“Yanında kim var?”

-“Oğlum Hasan ve Hüseyin.”

-“Ben sadece Hasan için beyimden izin aldım. Hüseyin'i söylemedim” diyor.

Özür diliyorlar. Dönmüşler. Diğer gün geldiklerinde ka-pıyı açmış, içeri almış. Son derece hizmet-hürmet etmiş. Ta-bii bunlara bir ikramı olacak, getirmiş. Normal ekmek koy-muş, su koymuş. Kendisi de avludaki güneşte kurumuş ek-mekle, ısınmış suyu almış. Onu yiyor. Bunlara koymuş ol-duğu soğuk su ve yumuşak ekmek.

-“Niçin sen bu sıcak suyu içiyorsun? Niçin ekmeği güneş-te kurutuyorsun?” diye sormuşlar.

-“Benim beyim sabahtan akşama kadar güneşin altında. Onun yediği kuru ekmek. İçtiği güneşin altında ısınmış su, beyim bu haldeyken ben nasıl yumuşak ekmek yerim, nasıl soğuk su içerim, buna ALLAH razı olur mu?”

Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“Eğer hanımlara bizden başkasına secde emretseydim efendilerine secde emrederdim.”

Zamana göre hareket etmeyelim. Hanımlara hürriyet var diye ALLAH'ın kanununa karşı mı gelelim? Cenneti kazanmak istiyorsak bu böyle. Ama şu da var: İki yerde dinlemez beyini. 1- İbadet yapmakta, 2- İlim öğrenmekte. Beyi vuru-yor, dövüyorsa gizli yapar. Bunların dışında beyinin emrine tâbi olacak. Kapanmak isteyen bir hanımın kapanmasına beyi müsaade etmiyorsa, O'nun günahını beyi çeker. Ama namaz öyle değil. Namazı beyinden gizli de olsa, kılacak. İlimi ondan gizli öğrenecek.

Cenâb-ı Hak ilminizi, bilginizi artırsın. Ferasetimizi ar-tırsın. Müslümanın feraseti (ileri görüşlülük, anlayış) kera-metten üstündür. Peygamber efendimizin emri böyle.

Keramette şöhret var. Şöhrette afat var. İnsan müslümanlığını ne kadar kuvvetleştirirse o kadar ferasetli olur.

ALLAH'a şükür. Bakın şeriatımız var, tarikatımız var. Şe-riat ne? İslâm. Âmentü’nün şartlarına uymak. İslâm'ın şartlarını yaşamak. Tarikatsız olmaz. Kuşun uçması için iki ka-nadı olacak. Tek kanadıyla uçamaz. Velîlerin kelamı:

       Şeriat tarikat yoldur varana

Sadece şeriatla gidilemez.

Tarikat de lazımdır. Hangi yol, ALLAH yolu. ALLAH'a gi-deceğiz.

İnsanların mükafatı da ahirette, cezası da ahirette.

ALLAH itaat edenlerin mükafatını ve itaat etmeyenlerin cezasını ahirette verecek. Mükafat cennette, ceza cehennemde olacak.

Beyi dersli hanımı dersli değilse yanlış. Hanımı dersli, be-yi dersli değilse o da yanlış. Bunlar hayat arkadaşı. Birisi getiriyor, öteki pişiriyor.

Tarikatsız insanın, rabıtasız insanın her işinde, düşün-mesinde zulmet vardır.

Tarikatı olan bir kimsenin her işinde bir feyiz vardır. Her işinde bir bereket vardır.

Beyi başka bir tarikatte, hanım başka bir tarikatte ise ayrı ayrı yollardan gidiyorlar. Burada da hanımın beyine uy-ması lazım. Çünkü Cenâb-ı Hak hanımı noksan halketmiş.

Hanımı beyininin emrine vermiştir. Beyi nereye gidiyorsa o da onunla gitmesi lazım. Ama ALLAH'ın emri hududunda. Yasaklarında değil.

Tarikatlerin hepsi haktır. Bazıları geliyor mesela:

– “Benim tarikatım var ama değişeceğim” diyor.

Soruyoruz?

– “Sen yapıyor musun tarikatının icaplarını?”

Devam ediyorsa, neye değişiyor? Tarikatların hepsi birdir.

Ama bir ferdî amel var. Birde toplu amel var. Bizim hatmemiz toplu bir ameldir. Hatmeye tarikati olmayanlar hiç oturamaz.

Tarikatların içinde en üstün olanı Nakşibendi tarikatıdır. Çünkü kurucusu olan Bahaeddin Nakşibendi reis-i evliyâdır. Peygamber Efendimizden sonra ne kadar evliya yaşamışsa, hepsinin reisi seçilmiş. Hepsinden ileri geçmiş. Kelam-ı Ki-barda geçiyor:

       Âşkına Hazret-i Pîr-i Tagî’nin

       Reis-i evliyâ din çerağının

       Hakikat bahrinin çar ırmağının

       Geçtuban eyle o deryaya bizi

Nakşibendi efendimizin dört nehirden almış olduğu feyiz bir derya olmuş. Silsilede geçiyor: “Vel kadiriyyeti vel kübreviyyeti vel sühreverdiyyeti vel çeştiyye”. Bunların hepsi geç-mişte büyük tarikat kurucuları. Onun için Nakşibendi ta-rikatı bütün tarikatlerin en büyüğüdür. Bu tarikate lâyık olalım.

ALLAH hepinizden razı olsun. Muhabbetinizle yaşaya-sınız. Muhabbetinizle göçesiniz. Evet amelsiz olmaz. Ama amelin makbulü; maksatsız, menfaatsiz olanıdır. Maksatsız, menfaatsiz amel de, ancak aşka duçar olanların amelidir. Niçin? Amel de bir varlıktır, insanlarda. İşlemiş olduğu amel gözünün önüne geliyorsa o makbul değil. Hep ameller gö-zünden gönlünden silinecek. Hepsini atacak. Aşkı, muhabbeti olmazsa böyle amel işleyemez.

Ameli güzel işle, işlememiş gibi ol.

Talip ne demek? İsteyen. Mürit ancak isteğini biliyor. Bu da evliyaullahın himmetiyle. Evliyaullah olmazsa altın, gü-müş, apartman ister. Nakşibendi tarikatinden himmet ve muhabbet alanın gönlünden bunlar çıkar gider.

       Ricam senden hemân ancak rızadır

       Bu abd-i acize hem-nâ sezâdır

       Ata-yı lütfû ihsanın gözedir

       Zayif abdem ki gaffarım sen oldun

       Bîhamdülillâh kamû varım sen oldun

       Her eşyada talepkârım sen oldun

       Neye baksam seni anda görürem

       Bu manada mededkârım sen oldun

İşte böyle… Gönlünden hepsini atar. Yapmış olduğu iyilikler gönlüne gelmez. Marifeti, mahareti gönlüne gelmez. Yapmış olduğu hayırlar, hiç bir şey gönlüne gelmez. Amelin makbul olanı da o. Ameli güzel işle. İşlememiş gibi bil. “Talip” sa’yında doğan gibi, sebatında kelp gibi olacak.

ALLAH doğan diye bir kuş halketmiş. Doğan'daki sürati ALLAH hiçbir kuşa vermemiş. Öyle süratli ki, avını görünce hiçbiri kurtulamıyor. Kelpte de bir hassa var. O da ağasının kapısını bekliyor. Açda kalsa ağasının kapısını bekliyor. Bir kemik atsalar bekler. Kelpteki sebat da buymuş.

Demek ki: Talip sayında doğan gibi olacak. Süratli olacak. Sebatında da hiçbir şey beklemeyecek “Ben şu kadar zamandır amel işliyorum, ders yapıyorum. Şu hizmetim var, şu iyiliğim var diye bunları hiç söylemiyecek. Bunları hiçe sayacak ki, o ameller makbul olsun. ALLAH'ın indinde, o ka-dar makbul olur. Resûlullah'ın indinde, o kadar makbul olur. Peygamber Efendimiz, gece sabahlara kadar namaz kılıyormuş. Ayşe Validemiz O'na:

-“Ya Resûlullah! Niçin sen bu kadar kendine zahmet edi-yorsun? ALLAH seni ”Rahmeten’lil-âlemîn” olarak gönderdi” diyormuş.

ALLAH Peygamber Efendimiz için buyuruyor ki:

-“Habibim! Bu kâinatı senin için halk ettim. Seni halket-meseydim bu kainatı halketmeyecektim.” Bu kainat derken “yerleri, gökleri, melekleri, insi, cinsi, cenneti, cehennemi, dünyayı, ahireti, görünen, görünmeyen, ne kadar halkiyet varsa, hepsini senin için halkettim.” Böyle iken gece sabaha kadar namaz kılıyormuş, dizleri şişiyormuş. Ayşe Validemiz de bunu görüp acıyormuş.

– “Yâ Resûlallah niçin kendine zahmet ediyorsun. ALLAH seni büyük halketmiş. “Rahmeten’lil-âlemîn” olarak göndermiş ALLAH seni. “Rahmeten’lil-âlemîn”sin, niçin ken-dine zahmet ediyorsun.”

“Ya Ayşe! Rabbıma olan kulluğumu yapmayayım mı?”

Ama Miraç'ta da Cenâb-ı Hak buyurmuş ki: “Habibim bana ne getirdin.”

Dememiş ki, “Sabaha kadar namaz kıldım. Şu kadar ma-haretler, marifetlerim var” dememiş.

Kırkbin mucize göstermiş, kuru hurma kütüğünü yeşert-miş, çürümeye yaklaşmış hurma kütüğünü elleri ile sıva-mış, hurma vermiş, on parmağından çeşmeler akmış. Böyle iken, Miraç'ta:

-“Habibim bana ne getirdin?” sualine:

-“Yâ Rabbi sen muhtaç değilsin, Sen Gani’sin. Sen fakir değilsin, herşey Sana ait. Muhtaç Benim, Ben Sana yoklu-ğumla geldim,  yokluk getirdim.” Cenâb-ı Hakkın o kadar hoşuna gitmiş ki…

-“Habibim! Çok makbul bir hediye getirdin.”

ALLAH azamet sahibi, ALLAH varlık sahibi. Biz varlık sahibi değiliz. Esas varlığımız cesedimiz. Demek ki, biz fakiriz, biz yoksuluz. Fakirliğimizi, yoksulluğumuzu bilelim.

Cenâb-ı Hak anasız, babasız bir yetime ihsanda bulunmamızı emrediyor. Veya zenginiz, kapımıza gelen bir fakire ihsanda bulunmamızı emrediyor.

Biz onun fakirine ihsanda bulunursak o bize ihsan etmez mi?

Yeter ki, fakir olduğumuzu bilelim. Bu emirlerden, bu çileden anlaşılıyor ki, ALLAH'ın karşısına varlıkla çıkılmaz. ALLAH'ın karşısına yoklukla çıkılacak.

ALLAH sonumuzu hayır getirsin. Sizin de bizim de ALLAH sonumuzu hayır getirsin.

Gelecek haftaya gidiyoruz. Bir kuş varmış. Yazın Ağustos ayında gölgeye gitmez. Kendini güneşe vururmuş. Isıyı içerisine depo edermiş. Güneş enerjisini içerisine alıyor. Kışın onu yavaş yavaş harcamakla kışı çıkarıyor. Onu almazsa kışın üşüyor.

Siz de, bir daha gelinceye kadar muhabbet enerjisi alın. Haşa burada yanlış anlaşılmasın. Sohbet bizim değil. Sohbet sizin. Size oluyor. Siz konuşturuyorsunuz, biz değil. Sizin mu-habbetinizden ileri geliyor. Onun için bu size rabıta olsun unutmayın.