Bizim tarikatımızda aşk ve muhabbetle terakki ediliyor

“BİZİM TARİKATIMIZDA AŞK VE MUHABBETLE TERAKKİ EDİLİYOR”

Kayseri, 1990

Allah'ı bulmak isteyene, huzura gitmek isteyene bir meşayih lazımdır. Bir meşayihi bulmak için de ne lazımdır?

“Sefer der vatan” diye tasavvufta bir kaide var: Sefer der vatan, bir de “Nazar ber kadem” var.

"Sefer der vatan” tarikatta şart koşulmuş, bir talip demir ayakkabı giyecek, demir değnek alacak, bunların ikrarına kadar meşayih arayacak. Fakat bu, tarikatlara göre değişir. Bazı tarikatlarda “Sefer der vatan”ı meşayihi bulduktan sonra emir ederler. Bizim tarikatımızda ise meşayihi bulana kadar “Sefer der vatan” vardır. Meşayihi bulana kadar talip arayacak, meşayihi bulduktan sonra daha aramayacak.

Yani bakın! Bazı tarikatlarda da, seyahat tarikatları var, meşayihi bulurlar, meşayih onlara seferi emreder. O çok meşakkatli ve çilelidir.

Onun için, Allah'a şükür bizim tarikatımız bütün tarikatların en kolayı ve bütün tarikatların en kısası, kesesidir.            

Niçin?

Bizim tarikatımızın kısası, kesesi şu ki:

Diğer tarikatlar nefis yoluyla terakki ediyorlar.

Bizim tarikatımızda aşk ve muhabbetle terakki ediliyor.

Onlar nefis yoluyla kendilerini, fazla ibadet, elkab, riyazet, uzlet yapmakla, nefislerine çile vermekle, nefislerini arındırıyorlar ve bu çok çetin oluyor ve uzuyor.

Onun için Nakşibendi Efendimiz buyurmuş ki: Mektubat’ı okuyanlar rastlamıştır, “Sair tarikatların nihayet karını biz bidayete getirdik”. Sair tarikatlardaki bir talip çalışır, çalışır ve en son elde etmiş olduğu bir kemalatı, kâr-ı kemalatı, biz ilk talibimize, biz ilk salikimize başlangıçta veriyoruz.

Bu nedir? Bu ne işte?

Kalpte tecelli eden aşktır, Allah aşkı, Allah sevgisidir.

Onda çünkü, muhabbetül Mevla, muhalefetül heva var.

Nakşibendi efendimiz, mübarek Hicaz’a giderken, Bağdat’ta bir gence uğramış. Genç dersek yani bir mağazanın önünden geçerken, bakmış ki on sekiz yaşında bir genç var. Başında öyle bir kalabalık var ki. Kimisi mal beğeniyor, kimisi fiyat soruyor, kimisi para veriyor, kimisi alışverişle meşgul. Bu kadar onlarla meşgul olduğu halde, gönlü hiç Allah'tan ayrılmıyor. Nakşibendi efendimiz buna çok gıpta etmiş, on sekiz yaşında, bu genç yaşta bunu nasıl böyle kazanmış diye.

Bu kemali nasıl elde etmiş?

Bütün şeriat, tarikat, ibadet, zikir, fikir, bütün hepsinden maksat kalbi uyarmak, kalbi diriltmektir.

Kalp dirilince artık o insan daha kendisini Allah'tan gafil edemiyor. Her ne kadar zahirde meşgul olursa olsun, o Allah'ı daha unutamıyor. İşte Cenabı Hak da zaten öyle buyuruyor;

“Ayakta, otururken, yatarken, hatta her halde beni zikredin[1]” buyuruyor. Daha başka zikir ayetleri var. Çok zikredin buyuruyor.

Cenabı Hak, “Ancak sizin kalbiniz zikrullah ile mutmain olur[2]”, sizin kalbinizi ancak zikrullah doyurur, başka bir şey doyurmaz, tatmin etmez” buyuruyor.

Nakşibendi efendimiz onda bunu görünce gıpta etmiş ve sormuş. Demiş ki:

— Sizin tarikatınızın bidayeti nedir? nihayeti nedir?

O da demiş ki:

—Bidayeti muhalefetül heva’dan başlar, nihayeti muhabbetül Mevla’ya ulaşır.

— Ne kadar çetin, demiş.

— Efendim sizin ki nedir?

— Muhabbetül Mevla’dan başlar, muhalefetül heva’ya ulaşır.

— Ne kadar kolay, demiş.

Muhabbetül Mevla’dan başlayıp da, muhalefetül heva’yı terk etmek çok kolay oluyor.

Ama muhalefetül heva’dan başlayıp, muhabbetül Mevla’ya ulaşmak çok çetindir, çok uzuyor.

Ne demek oluyor mesela, diyelim ki, bir köyden diğer bir köye gideceksin, yakın bir yolu var, tam böyle bir hatla çizilmiş, o köye gidiyor. Veya o köyü bulamıyorsun, oraya batıya doğru, doğuya doğru köylerden dolaşıp gidiyorsun. Halbuki oradan doğrudan geçecektir, mesela bir kilometre yol yerine, on kilometre yol dolanıp, oraya geliyorsun.

Bu böyle işte; muhalefetül hevadan başlayan tarikatların yolu uzuyor ve çok çetindir.

Bir de şu var ki onlar Cenabı Hakk’ın isimleriyle, esmalarıyla zikrediyorlar. Cenabı Hakk’ın bin bir ismi vardır. Bin bir isminin içinde doksan dokuz tane esmayı hüsna, güzel isimleri var, seçkin isimleri var. Fakat haşa, hepsi güzel de, nihayet seçkin olandır.

Bir de zatına mahsus olan bir ismi var ki,

Bu da “Lafza-i Celal”, “Allah” ismidir.

Allah'ın zatına mahsus olan bir isimdir.

Diğer isimler, bütün sıfatlarına mahsustur.

Onun için işte, diğer isimleriyle, Allah'ın öbür isimleri, bin bir ismiyle zikir edenler, esma nurundan başlıyorlar. Ondan sonra sıfat nuruna geçiyorlar, sıfat nurundan da zat nuruna geçiyorlar.

Halbuki bizde burada esma nuru, sıfat nuruyla uğraşmıyorlar.

Ya?

Doğrudan doğruya zat, senin hedefin Allah'ın zatıdır diyorlar.

Allah'ın zat nuruna doğru direk geçiyorlar. Bu da işte Lafza-i Celal’dir. Hani bütün diğer sair isimleriyle Allah'ı zikredenler, ahiri sonunda bu Lafza-i Celal’e getiriyorlar. Allah kelimesine geliyorlar. Bu da kalpte yazılı olan bir şey. Kalpte yazılıymış.

Hatta bir kalp profesörü bana, Kalpte Allah lafzı yazılı olduğunu bir filmde göstermiş idi. Hatırlarım ben onu, Allah kelimesi orada yazılı zaten, Cenabı Hak, “Kulum ben sana şah damarından daha yakınım[3]”,buyuruyor.

Öyleyse, şah damarından daha yakın olan bir Allah'ı zikretmek için, lisanen Allah demeye ihtiyaç kalmıyor.

Kalbini Allah ile meşgul et, tamam. İşte zikrin hülasası budur. Yolun da en kısası budur. Bundan daha kısa yol, bundan daha hülasa zikir olmaz. Çünkü Cenabı Hak Ayet-i kerime’de: “Kulum ben sana şah damarından daha yakınım” buyuruyor. Peygamber Efendimiz de buyuruyor ki: “Zikrin en hayırlısı gizli yapılandır”.

Reşahat’ta yazılı bir macera vardır. Muhammed Şemseddin-i Rucî Hazretleri, çok alim ve  genç yaştadır. Onun da gönlüne bir tarikat sevdası düşmüş, bir meşayih sevdası var, onu arıyor ve çok aramış. Bütün çevreyi aramış, aramış, Kaşgar vilayetine gelmiş. Nakşibendî halifelerinden Sadeddin Kaşgarî Hazretlerinin zamanında oluyor. Kendisi de evladı Resulden, çok da insan irşat ediyor. İki tane de halifesi var. Muhammed Şemseddin-i Rucî Hazretleri ona gelmiş ve halifesi olmuş. Ama daha henüz tanımadan evvel arıyor, çok aramış, aramış, neticede Kaşgar Vilayetine gelmiş. Orada:

—Burada tarikat var mıdır? Meşayih var mıdır? diye sormuş.

Orada demişler:

—Cehrî zikir yaptıran Nurettin Havafî isimli bir zahir meşayihi varmış. Zikri de cehri yaptırıyormuş. Zahir meşayihi, zahir ilmiyle ilim yapan; varlıktaymış. Daha da fazla böyle şatafatlı, şöhret, şan arayan, isteyen birisi, gizlenmiyor.

Onun için bu tarikatların hepsi mahviyete düşemezler. Allah korusun! Ne olur düşemezlerse? Keramete ulaşırlar, keramet onları perdeler, onlar zannederler ki kemalata ulaştılar. Halbuki insanlıkta kemalat mahviyette, keramette değil. Keramet bir gün varlık oluyor.

İşte bu zat, Nurettin Havafî Hazretlerinin zikrine gitmiş. O bakmış ki cehrî zikir yapıyorlar. Bir musiki var; yani hem seda var hem hareket var, başlarını çeviriyorlar, bağıraraktan zikir yapıyorlar. Hoşuna gitmemiş:

—Başka yok mu daha? diye sormuş. Demişler:

—İşte Nakşi halifelerinden filanca var.

Oraya gitmiş, hakikaten bakmış, orada bir kalabalık, bir izdiham, daha böyle fazla göze çarpan, görülen bilinen insan, cemaat orada. Küçük yerdeler, mahalle içerisinde, böyle çok aşikar olan bir yerde değil. Bir mescitte, bir küçük mahalle mescidinde zikir yapıyorlar. İkindi vaktiymiş, ikindiden sonra (bizim hatmemiz var ya) hatme okuyorlar, böyle halka olmuşlar. Zikir yapıyorlar ama, ses yok, hareket yok. Tabi bunları da güzel seyretmiş. Çok taaccüp etmiş ve o aralık gönlünden Allah'a iltica ederek yalvarmış,

—Ya Rabbi külli şey’e kadirsin sen, demiş. “Her şeyi bilen, her şeye kadirsin sen, ama oradakileri gördüm seni zikrediyorlar, bağırıyorlar, çağırıyorlar. Ses ve hareket var orada, seni zikrediyorlar. Bunlar da seni zikrediyor ama, burada ne ses var, ne hareket var. Bundaki esrar nedir ya Rabbi? Onlar da seni zikrediyor, bunlar da!”, demiş.

Onlar da zikirden fariğ olmuşlar. Hatme-i Hâvace bitmiş, zikirleri bitmiş. Şeyh efendi bakmış ki, mescidin kapısından bir genç seyrediyor. Buna ileri gel demiş ve şu ifadede bulunmuş (bu da tasavvuf kitabı Reşahat’ta yazılıdır). Hani o gönlünden niye bu böyle diyor? onlar da bağırıyor çağırıyorlar, bunların zikri, burada katiyen hiç ses yok, bunun esrarı, sırrı nedir? diye düşünmüştü.

O veli onun gönlündekini şuğulleri söylüyor, diyor ki;

 —Niye tereddüttesin? ve devam ediyor;

Şüphesiz nadânı âblâr kârıdır

Zikirde beyhude feryâd eylemek

Nahnu akrabu sırrın fehmetmeyüb

Hazırı, gaib gibi yâd eylemek

diyor. “Niye şuğullanıyorsun, tereddüt ediyorsun, taaccüp ediyorsun?” Şüphe yok ki bilmeyenlerin kârı o.

Ama gerçi burada, haşa! bu tenkit değildir. Nakşibendî Efendimiz öyle demiş. Kendisi zahirde şeyhine, kalbini kalbine çok sadıkane bağlanmış. Hizmetini görürmüş, fakat zikrini yapmıyormuş. Şeyhi de cehri zikir yaptırıyormuş. Tabi buna;

—Niye sen şeyh efendinin zikrinden çıkıyorsun, şeyh efendinin sohbetini dinliyorsun da, zikir yaparken niye kaçıyorsun?

Diye tenkit ediyorlarmış, o hiç aldırış etmiyormuş. Baskı yapıyorlarmış. Eğer Nakşibendi Efendimizi şeyh efendisi Emir Külal Hazretleri desteklemeseydi, içeriye de koymayacaklar. Zikrini yapmıyor ama, müritlerinin hepsinden çok yine onu seviyor. Ama müritler hazmedemiyorlar. Diyorlar ki:

—Sen ya gelme ve bizim şeyh efendimizin sohbetini dinleme! veyahut ta geliyorsan zikirden çıkıp gitme.

Nakşibendi Efendimiz mübarek ne diyor bunlara;

—Zikriniz haktır inkar etmem, ama sizin yaptığınız gibi yapmam.

Burada işte buyuruyor ki:

Şüphesiz nadânı âblâr kârıdır

Şüphe yok ki, bu bilmeyenlerin karı. Neyi bilmiyorlar?

Hani mesela, diyelim ki bir marangoz, doğramacı kaba iş yapıyor. Onda hem zahmet var, hem de patırtı, çatırtı, kütürtü var. Kâr üzerinde, kâr işi, o da para kazanıyor.

Ama bir de kuyumcu var. Hiç onda ne ses var, ne patırtı var, ne kütürtü var, ne kirlenme var, o da bir kâr yapıyor. Ama o doğramacı bilse zaten, kuyumculuk yapar, onu yapmaz ki.

Tarikat cümle haktır olma zağî

Ki dört misbahı var birdir çerağı

O misbahın on ikidir budağı

Tarikatların hepsi haktır, inkar etmeyin, muhalefet etmeyin, ama

                   Ki dört misbahı var birdir çerağı

Misbahtan mana: Dört halife “Hulefâ-i Raşidîn”. Misbah Arapça’da lambaya deniliyor.

Çerağdan mana ne?

Peygamber Efendimizin nur-ı nübüvveti, nübüvvetin nurudur.

Bu dört kimsenin vasıtasıyla nuru dağılmadı mı?

Dağıldı.

Evet! Ondan sonra Muhammed Şemseddin-i Rucî Hazretleri anlıyor tabi. Zaten arıyor, ancak aradığını orda buluyor ve kendisini de ona teslim ediyor.

Demek ki burada Cenabı Hakk’ın bin bir ismiyle Allah zikredilir ve tarikatlarda değişmeler de bunlardan olmaktadır. Her tarikatın zikri değişir. Ama hepsinin hülasası, neticesinde, hepsi dolanıyor, dolanıyorlar Lafza-i Celal’e geliyorlar.

Bizim tarikatımız da, böyle esma nuruyla, sıfat nuruyla dolaştırmazlar. Hemen doğrudan doğruya  zat nuruna ki, çünkü :

Esma nuru isimlerden tecelli eder,

Sıfat nuru cisimlerden tecelli eder,

Ama Allah'ın zatının nuru, isimsiz, cisimsiz tecelli eder.

Onun için bu da ancak Evliyaullah’a muhabbetle olur. İşte onun için bizde rabıta önemlidir. Sair tarikatlar rabıtayı, azını da yapamıyorlar, rabıtaya bu kadar önem, kıymet vermiyorlar. Ama;

Bizim tarikatımız rabıta tarikatı,

Bizim tarikatımız şeriat tarikatı,

Bizim tarikatımız hatme tarikatı

Bizim tarikatımız sohbet tarikatı,

Bakın bunlar, hepsi Allah'ın emirleridir.

Yani şöyle ki: Şeriat tarikatı demek, zahirde asla ve asla şeriatta kıl kadar bir noksanlığınız olmayacak.

Bu başka tarikatlarda oluyor mu?

Olmasa da öyle görünüyor. Mesela cehrî tarikatlarda bazen karışık zikir yaparlar. Bu tabi ki şer-i şerife muhalif görünüyor. Ama aslında muhalif değil, ama muhalif görünür. Neden muhalif oluyor? Hani bir insan için,

          Neye baksan Hak gözüyle kıl nazar

Böyle bakan gözlere olmaz yasağ

Eğer madem ki cehrî tarikatlarda da bu vardır. Madem ki bunlar, nefis yoluyla terakki ediyorlarsa, nefislerini arındırıyorlarsa, nefisleri arındıktan sonra, onlar artık her gördükleri bacı-gardaş birbirleriyle, asla onlarda kötü bir niyet olmaz, anlaşıldı mı?

İnsanın kız kardeşi kendisine mahrem olur mu? Annesi kendisine mahrem olur mu? Olmaz. Onlarda işte öyle, o sıfata ulaşıyorlar, şehvetleri ölüyor, onlarda şehvet kalmıyor. Küçüklerini gördükleri zaman evlat gibi, kızı gibi, yaş emsali kız kardeşi gibi, daha büyükler annesi gibi. Bunlar böyle bakıyorlar. Hep beraber böyle bakıyorlar.

Ama bizim tarikatımız şeriat tarikatı olduğu için, bunu men etmiştir, fitneyi mucip olmasın. Nitekim de oluyor, değil mi oluyor? El bilir mi?

Geçmeyenler bilmez çarhı çenberi

İçmeyenler bilmez âb-ı Kevseri

Ama bir de bunların, bir çok da tehlikesi var. Henüz daha o sıfat onda tecelli etmezse, yani bütün şehvetini öldürmezse, nefsani arzulardan geçmezse, tabi ki o zaman günah da kazanıyorlar. Günahı kebair, günah da işliyorlar.

Tarikat cümle haktır olma zaği

Ki dört misbahı birdir çerağı

O misbahın on ikidir budağı

Burada on iki budaktan mana: On iki imam var, söyleniyor.

Dört misbahdan mana dört hulefa-i Raşidîn,

Çerağdan mana da Peygamber Efendimizin nuru, bunlardan tecelli etmiştir.

İşte onun için her tarikatın zikirleri değiştiği gibi, amelleri de değişebilir. Birinde olan bakarsın ki öbüründe başka türlü, öbüründe olan bakarsın ki öbürküsünde başka türlü, zikirleri de böyledir. Şimdi, onlarda mesela toplanırlar, işte toplantılarında cehrî zikir yaparlar.

Biz de toplanıyoruz, bizim hatmi hacemiz var, devamlı yapıyoruz. Bir de teveccühümüz var. Teveccüh tabi her zaman yapılmıyor. Herkes tarafından yapılmıyor. Bu da ayrı bir yetkidir. Kime verilmişse o yapar, herkes yapamaz.

Teveccüh büyük ameldir. Başka tarikatlarda teveccüh yoktur, bizim tarikatımızda var. Ama öyle bir büyük amel ki bu teveccüh, bakın, hakikaten bir teveccühte müridin kalbine zikir tohumu ekilir. Yani ölü kalpler teveccühte diriliyor. Kelamı kibarlar haktır. Kelamı kibarlara inanmak lazım.

Teveccüh olunca kalb-i ihvana

Mürde kalplerimiz geliyor cana

Yani teveccüh olunca ihvanların kalbine, onların ölü kalpleri diriliyor.

Murg-ı canlar başlar ah u figana

Murgı can da nedir? Can ruhtur.

Ruhlar ağlamaya başlar. Niye ağlıyor ruhlar?

Ruh uyanıyor o zaman, ayılıyor, uyanıyor gafletten, gafletinden kurtuluyor. Çünkü bak, bir kelam daha var;

    Uyan gaflet meyinden kalk bu derdin çâresine bak

Kemendi boğazına tak ara bul kâmil insânı

Demek ki insanlar; kamil insanı tanımayanlar, meşayihi tanımayanlar, gafil oluyorlar. Bu hususta çok kelamlar vardır.

Eğer himmet erişmezse sana bir şeyh-i kamilden

Adûlar yıktılar seddi ne yatarsın gafil insan

İşte Cenabı Hak, “Öyle bir ağızla dua edin ki, günah işlememiş olsun” buyuruyor.

Bak burada da demek ki, bu günahı işlemeyen ağız kim?

Günah işlemeyen ağız, şüphe yok ki, inancımıza göre evliyaullahtır. Çünkü evliyaullah varis-i enbiyadır. Allah'a kulluk yapan nebilerden sonra velilerdir. Sadakatle kulluğunu yapanlardır. Sadık demek, Cenabı Hakk’a sadakatle kulluk yapandır. Peygamber Efendimiz, Sıddık-ı Ekber Efendimiz hakkında neler buyurmuş, ne emirleri var?  Cenabı Hak, Sıddık-ı Ekber Efendimizi övüyor, methediyor meleklere, sadakatini methediyor.

Cenabı Hak “Sadıklarla beraber olun[4]” buyuruyor.

Sadıklar kimlerdir? Sadıklar velilerdir.

Ama sadık olun değil, sadıklarla olun, buyruluyor.

Sadık olun emri olsaydı, meşayih araya girmezdi. Meşayihe ihtiyaç olmazdı. Herkes kendisini sadık ederdi. Fakat sadıklarla olun demiş: Demek ki burada muhakkak bir meşayiha ihtiyaç var.

Zaten öyle değil mi? Bütün tasavvuf kitaplarını Allah'a şükür, okumuşsunuz veya dinlemişsiniz, bütün bu kadar güruh-ı evliyayı düşünecek olursak, bunların hiçbir tanesi rabıtasız, meşayihsiz olabilmişler mi? Hiçbir tanesi mürebbisiz yetişebilmişler mi?

Mürebbi demek, üstat, manevi üstattır. Üstatlığı ruha yapıyor. Ruha öğretiyor, ruhu yetiştiriyor.

Bu da Peygamber efendimizin emri değil mi ki?: “benim mürebbim Rabbim, Rabbim beni terbiye etti[5]”.

Şimdi kelamı kibarda şöyle geçer:

      Özün bir pîre teslim et mudâvim ol kapısında    

      Meşâyihden murâd şâhım mürebbî kâmil olmaktır

Kendini bir pire teslim et, pirden mana yine meşayihtir, evliyaullahtır. Sen kendini ona teslim et diyor, onun kapısında bekle, ama silahlı olarak bekleyecek değilsin. Fakat ona inanacaksın, onu seveceksin, onun tarikatının hizmetlerini canla başla yapacaksın. Beklemek demek budur.

Meşayihi tanımaktan bilmekten, onun kapısına gitmekten ve onun kapısını beklemekten maksat neymiş? gaye neymiş?

O, mürebbi, yetiştiricidir. Seni yetiştiriyor, öyle değil mi?

Zaten zahirde herhangi bir sanatkar veya herhangi bir talebe, ilim tahsil eden bir talebe; hocası vardır, medresesi vardır. Hocaya, medreseye gitmeden, mektebe gitmeden ilim tahsil edebilir mi? edemez. Herhangi bir sanatkar, bir ustaya çırak olmazsa örnek görmese bir usta olabilir, yetişebilir mi? Yetişemez.

Öyleyse bu ruhun da, senin ruhun, ustasız olur mu?

Peygamber efendimiz “benim mürebbim Rabbim, beni Rabbim terbiye etti” diyor. Çünkü bu da Peygamber efendimizin kemalatıdır.

Kemalat, bunu zaten aşikar ediyor. Tıfıl olduğu halde, annesinden dünyaya geldiğinde, hiçbir şeyden haberi yok iken bak, ümmetini, daima ümmetini diliyordu. Daha Cenabı Hak kitap göndermeden, öyle bir kuvvet gelmeden bütün kendinde olan duygular, kitabın ta kendisi, kitapta emredilen hisler ona geldi.

O bilgileri nereden almıştı?

Mektep medrese görmedi, zaten yetim büyüdü, okuması yazması da yok. O bilgileri nereden almıştı?

İşte onu, Cenabı Hak onun ruhuna, o bilgileri ruhuna vermiş, o bilgileri ruhuna öğretmiş.

Peygamber efendimiz zaten buyurmuyor mu ki: “evvel benim ruhumu halk etti, evvel benim nurumu halk etti, evvel benim aklımı halk etti”

Öyleyse burada şimdi, Sıddık-ı Ekber efendimizin ruhunu da Peygamber efendimiz terbiye etmiş. Her ne kadar Sıddık-ı Ekber efendimiz zahirde ona arkadaşlık etmiş ve bütün canını malını ona feda etmiş. Ama Peygamber efendimiz de onun ruhuna yapmış, ne yapmışsa. Bunu da aşikar etmiş. Aşikar ettiği şu: “Rabbim benim göğsüme, kalbime ne doldurduysa, ben onu yâr-ı gârım Ebu Bekir'in göğsüne aktardım” buyuruyor.

Rabbisi onun göğsüne ne doldurmuştu?

İşte Cenabı Hak’taki ilmi ezelide peygamberin ruhuna öğretmiş olduğu iltifat.

Cenabı Hak Peygamber efendimizin ruhunu, bizatihi zatının karşısına almış, ona bin sene ilim tahsil ettirmiş, bin sene okutmuş. İşte onda o kemalat, o ilim, o bilim sahibi olmuş.

Her ne kadar zahirde nübüvveti var. Cebrail (as) geldi vahiy getirdi başka. Cenabı Hak öyle buyuruyor “Biz insanları cinleri halk ettik ki bizi mabut bilsinler[6]”. Allah'ın bilinmesi için Kur'ânı Azimüşşan geldi ve onu melek getirdi.

Amentünün şartları var: Allah'a inanmak, meleklere inanmak, kitaplara inanmak, resullere inanmak, “ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi” hayrın şerrin Allah'tan olduğuna inanmak ve öldükten sonra dirilmeye inanmak. Bu altı şarta insan inanmazsa bir tanesi eksik olsa iman etmiş olamıyor. O insanın imanı tam olmuyor. Demek ki altı şarta inanmak var.

Niye böyle meleklere iman evvel geçiyor?

“Amentü billahi ve melâiketihi ve kütubihi ve resûlihi”.

Çünkü, Allah'a inanmak, meleğe inanmak, ki melek vahiy getirdi, kitabı getirdi. Tabi bu zahir şeriata göre.

Kime geldi? Peygamberlere geldi.

“ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi”; Bu da hayrı şerri Allah halk eder. Halk etmezse bir şey meydana gelmez. Halk eden Allah'tır.

Ama burada yanlış anlaşılmasın. Bizim için de hayır ve şer vardır. Hayır ve şerle karşılaşırız. Hayır ve şer bizden de doğar. Biz hayrı ve şerri icraat da ederiz. Bizim hayrı ve şerri icraatımızdan mesulüz. Ama karşılaşmış olduğumuz şerden mesul değiliz. Aslında ondan da mesul olacağız.

Şimdi eğer sen şerle karşılaştıysan ve o şerri de Allah'tan bildiysen, orada da senin imanın, inancın neticesi, Cenabı Hak, sana bir iltifat edecek, bir ikramda bulunacaktır.

Ama eğer sen kendin şer işlersen, ona Allah'ın rızası yoktur. Şerle karşılaştığınız zaman bunu Allah'tan bileceksin. Hayırla karşılaştığın zaman yine Allah'tan bileceksin. Burada aslında hayır ve şer denilince, kötü insanlarla veya iyi insanlarla karşılaştın, o değildir.

Aslında burada “ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi” denilince sana gelen hastalık da dahildir, sana gelen fakirlik de içerisinde dahildir, sana insanlardan gelen eziyet, hürmetsizlik, itaatsızlık, zahmet de dahildir. İşte Cenabı Hak’tan gelen iptila, hastalıkla gelir, fakirlikle gelir, zilletle gelir. Bunlar işte “ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi” emri fermanına dahildir, bunun içerisindedir.

Ama sen iradenle şerri istemeyeceksin buna Cenabı Hakk’ın rızası yoktur.

Allah korusun şimdi zamanımızda bazı cebriye mezhebine geçenler var ki, cebriye mezhebinde iradeyi kaldırıyorlar. Haşa estağfurullah şerri de işliyorlar, Allah işletti diyorlar. O insanlar masum mu? onlar günahkar olmuyor mu?

Fakat masum olan kalptir. Masum  olan ruhtur. Ceset masum değil, ceset mükelleftir. 15 yaşından sonra ceset mükelleftir. Yalnız masum olan kalptir.

Ama, nereden anlayacağız bunu? İnsanlar kalbine gelen bir kötü şeyi yapmadıktan sonra günah oluyor mu? Olmuyor. Ama Cenabı Hak o kadar merhametli ki, iyi bir kimsenin iyi bir niyeti var, bir amel işleyecek, bir hayır işleyecek, fırsat bulamıyor. Ama niyeti halis işleyecek ama fırsat bulamadı. İşte Allah ona ecir veriyor. Ama kötü niyetli bir kimseye, kötü bir niyeti yapmadıktan sonra bir günah yazılmıyor, günahkar olmuyor. Ama tabi ki kötü bir niyetli bir insan, onunda kalbi temiz değil, pis, tabii pis. Onun için;

Hey tahâretten habersiz râbıta bilmez hasîs 

Nefha-i âdem deminden cümle deryâ "Hû" çeker    

Bir talip cismi ile şeriatta, ruhu ile tarikatta olacak.

Cismi ile şeriatta;  şeriatta hiçbir eksik olmayacak.

Ruhu ile tarikatta; ta ki ruhunu terakki ettirecek.

Ne ile terakki ettirecek?

Allah'ı unutmamakla, Allah'ı zikretmekle terakki ettirecek.

Bir talip ne ile terakki ediyor?

Zikir, fikir, şükür ile terakki ediyor.

Şükür nimetini arttırıyor. Şükürle terakki etmek budur. Şükür nimetini arttırıyor.  Cenabı Hak bir kuluna vermiş olduğu nimetin, kıymetini bilirse “ben onun nimetini yükseltirim, artırırım[7]” buyuruyor.

Burada nimet çoktur ama bizim için en büyük nimet nedir?

Bizim için en büyük nimet Allah bize bir mürşit, tarikat nasip etmiş. Cenabı Hak bize meşayihi sevdirmiş, velilerini sevdirmiş. Bizim için en büyük nimet budur. Niçin?

Şeyhim benim sultan imiş

Haktan bize ihsan imiş

Can derdine derman imiş

Görün beni aşk n’eyledi

Ahiri derviş eyledi

Dervişten mana nedir?

Dervişten mana: her şeyden geçmiş, kalbinden her şeyi atmış, onun gönlünde Allah'tan başka bir şey yoktur.

Ama bunu insanlar, tarikatsız, mürşitsiz elde edemezler. İllaki onun kalbinde bir mürşit sevgisi olacak. İllaki kalbinde Allah, resulullah sevgisi olacak. Zaten Allah sevgisi, resulullah sevgisi, meşayıh sevgisi hiç değişmez. Çünkü niçin?

Bu da Cenabı Hakk’ın bir iltifatı, insanlara bir ihsanıdır. Cenabı Hak buyurmuyor mu: “habibim seni seven beni sever, seni sevmeyen beni sevemez[8]”. Peygamber efendimiz “benim ümmetimin velileri, uleması benim varislerimdir[9]” buyurmuş.

Fakat burada ulema ikiye ayrılıyor: zahir ulema, batın ulema.

Zahir ulema: şeriat memurları.

Ama batın ulema: tarikat amirleri, tarikat memurları.

Tarikat memurları ise onlar ruhlara amirlik yapıyorlar. Şeriat amirleri ise, zahirde cisimlere amirlik yapıyorlar. Cisme, nefse yani onlar ne veriyorlarsa veriyorlar, ne üretiyorlarsa üretiyorlar.

Ama tarikat meşayihi ruhadır. Meşayihin iki yolu vardır. O da: Zahir ilmi, batın ilmi. Birleşenlere ne diyorlar?

Zülcenaheyn çift kanatlı diyorlar.

Mesela bunlardan İmam-ı Rabbani hazretleri, Necmeddin-i Kübra hazretleri, İmam Gazali hazretleri, İmam-ı Azam hazretleri, ondan sonra daha başka çok sayılamayacak kadar. Nakşibendi efendimiz, Abdulkadir Geylani efendimiz, hep, ne bunlar? Zülcenaheyn bunlar çift kanatlı. Hem zahir ilmini bitirmişler, alim olmuşlar. Ondan sonra tasavvuf ilmine girmişler, bir meşayih vasıtasıyla, bir meşayihin duasıyla, himmetiyle onlar, ruhlarını da geliştirmişler, ruhlarını da makamına ulaştırmışlar.

Bir insanın ruhu makamına ulaşmazsa,  kamil insan olamıyor, veli olamıyor. Bir insan ruhu makamına ulaşmak için evvela fenafişşeyh olması gerekiyor. fenafişşeyh olunca, ondan sonra fenafirresul olması icap ediyor. fenafirresul olunca ondan sonra fenafillah. Öyle, ruhun üç makamı vardır.


[1] Al-i İmran  3:191

[2] Ra’d  13:28

[3]  Kaf 50:16

[4] Tevbe 9:119

[5] Tırmizi Menakil 1 Müsned 4.Bab S.66

[6] Zariyat 51:56

[7] İbrahim  14:7

[8] Al-i İmran 3:31

[9] Camiu’s Sağir 1/384