MEVLANA SADEDDİN KAŞGARÎ
BAŞLANGIÇTA ilim tahsiline düşmüşler ve ellerdeki bütün kitapları okumuşlar. Muhitleri kalabalık ve kendileri zengin… Tasavvuf yoluna girmeği murat edinince her şeyi bırakmış ve tam bir tecride düşüp Mevlânâ Nizameddin Hazretlerine kapılanmışlar…
Büyük oğullan anlatıypr :
— Babam yedi yaşındayken babası onu alır ve beraberinde sefere çıkarırdı. Büyük babam ticaretle uğraştığı için sık sık seyahat eder ve uzun zaman bir yerde kaldığı görülmezmiş… Bir gün, katıldığı bir seferde, babam, kendisiyle yaşıt, fevkalâde güzel bir çocuk görüyor ve ona büyük bir sevgiyle bağlanıyor, bir gece indikleri kervansarayın bir odasında birbirlerinin yanında uykuya dalıyorlar. Mumlar sönüp herkes uyumaya başlayınca babama, muhabbet bağladığı çocuğun elini, yüzüne ve gözüne sür-
mek arzusu geliyor. İçinde bu arzu, tam elini uzatacağı zaman görüyor ki, odanın bir köşesi yarılmış, oradan heybetli bir kimse çıkmış, elinde şamdan ilerliyorlar, babama doğru bir nazar atıyor ve tek kelime söylemeden karşı tarafa geçiyor, orası da yarılarak geçip gidiyor ve oda tekrar karanlığa boğuluyor, babam bu tecelliden öyle sarsılıyor ki, bir an evvelki arzudan içinde hiç bir eser kalmıyor ve haşyetle dolarak uyumaya çalışıyor.
Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretleri 12 yaşındalar ve yine babalariyle birlikte seferdeler. Bir gün kervansaray kapısında otururken görüyorlar ki, bir alay bezirgan orada birbiriyle hesap görmekte ve çekişmekte… Çekişmeleri öyle uzamış, dallanmış, budaklanmış ki, çocuk Mevlânâ Hazretlerine birdenbire bir gözyaşı hücum etmiş ve yüksek sesle ağlamaya başlamışlar. Bezirganlar bu yüksek sesle ağlayıştan hayrette… Çocuk Mevlânâ'ya sormuşlar :
— Sana ne oldu ki, böyle, durup dururken, hiç sebep olmaksızın hüngür hüngür ağlamaya başladın?
— Sizin yüzünüzden, demiş Mevlânâ Sadeddin Kaşgari "Hazretleri; sabahtan beri buradayım,-aranızda hırs yüzünden çekişme ve dalaşmadan başka bir şey görmedim. Bir an için olsun Allah'ı düşünmediniz ve anmadınız! Size acıdığım için ağlıyorum!
Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretleri kendilerini bir müddet ilme verdikten sonra büyük marifet cazibesine kapılırlar ve Mevlânâ Nizameddin Hazretlerinin hizmet ve sohbetlerinde yıllarca pişiyor, gelişiyorlar.
Arada, şeyhlerinin müsaadesiyle Hicaz seferine çıkmışlar… Horasan'a geliyorlar ve Herat'ta asrın şeyhlerinden Seyyid Kaasım Tebrizî Hazretlerine, Mevlânâ Ebu Yezid Pûrânî Hazretlerine, Şeyh Zeynüddin Hâfî Hazretlerine, Şeyh Bahaeddin Ömer Hazretlerine rastlıyorlar.
Seyyid Kaasım Hazretleri hakkında fikirleri :
— Âlemdeki yüksekliklerin ve bütün evliya hakikatlerinin toplayıcısı…
Mevlânâ Ebu Yezid Pûrânî hakkında
— Allah'tan başka hiç bir şeyle işleri yoktur; ve nazarlarında, vâki olan her şey Allah'ın kârıdır.
Şeyh Bahaeddin Ömer hakkında :
— Aynaları Allah'a karşıdır ve zattan başka hiç bir şey nazarlarına değmez.
Şeyh Zeynüddin Hazretlerini de şeriat anlayışlarındaki derinliğiyle överlermiş.
Buyuruyorlar :
— Hâlimin başlangıcında Herat'a gelmiştim. Bir gece rüyamda beni yüksek bir toplantıya götürdüklerini gördüm. Orada Herat'ın bütün evliyası hazırdı. Beni o toplantıda iki kişi müstesna, herkesin üstüne geçirip oturttular. O iki kişinin biri Abdullah Tâki, öbürü de Hoca Abdullah Ensârî idi. O rüyadan uyanınca kendimde mağrur bir soğukluk hissi duydum. Gece yarısı kalktım ve o soğukluğu gidermek için bir çare aramak üzere dört dolaşmaya başladım. Birdenbire ayağımda müthiş bir sızı duydum. Bir akrep ayağımı sokmuştu. Sabaha kadar feryat ettim ve o aci ve zahmet yüzünden acze düşüp gurur soğukluğundan kurtuldum.
Buyuruyorlar :
— Bir nice yıl Mevlânâ Nizameddin Hazretlerinin sohbetinde bulunduktan sonra içime hac ziyareti arzusu düştü. Mevlânâ'dan izin istedim. Dediler ki : «Israrla nazar ettiğim halde seni bu yıl hacıların kafilesinde göremiyorum!»
Evvelce gördüğüm rüyalardan bir takım işaretler almıştım. Mevlânâ Hazretleri hâlimi görüp buyurdular : «Korkma! Elbette gidersin!» ve ilâve ettiler : «Gördüğün rüyaları Şeyh Zeynüddin Hazretlerine anlat ki, şeriat anlayışında merd ve sünnet caddesinde sabittir. Şeyh Zeynüddin'den muratları Zeynüddin Hâfî idi ki, o asırda Horasan'da irşâd makamında bulunuyorlardı. Ho-
rasan'a gelince, Mevlânâ Hazretlerinin buyurdukları gibi, 0 yıl hacce gidemeyeceğim belli oldu. Ondan nice yıl sonra hac müyes ser oldu.
Mevlânâ Abdülgaffur Lârî :
— Mevlânâ Sadeddin Hazretlerinin rüyaları son derece na zikti. Mürşidi Mevlânâ Nizameddin'i öyle görmüştü ki, bu görüşe şeriatin zahiri tahammül edemezdi. O sebepledir ki, Mevlânâ Nizameddin Hazretleri ona «korkma!» diye teselli verip kendisini şeriat bağlılığında emsalsiz olan bir ferde gönderdiler ve rüyasını ona anlatmasını emrettiler. Şeyh Zeynüddin Hazretleri gibi bir şeriat bağlısından alacağı hükümle, Mevlânâ Sadeddin Hazretlerinin kalbinde itminan ve teselli doğacağım düşündüler, istediler ki, bu yolda akıl almaz çok şey bulunduğunu Mevlânâ Sadeddin Hazretleri öğrensin.
Gerçekten bu tarikatte akıl erişmez noktalar çoktur. Sadakatli talihlere gereken odur ki, pîr hizmetine eriştikten sonra kafa ve sebep arama derdini bir tarafa bırakıp şeyhine teslim olmayı bilsin…
Şeyh Feridüddin Attâr Hazretleri, «Mantık-üt-tayr» isimli kitabında, sülük erbabının hâlini kuşlar dilinden hikâye eder. Bütün kuşlar sülük makamını canlandıran Hüdhüd isimli kuşun ar kası.na düşüp gaye noktasına giderken yolun korkunçluğunu gö rür ve geriye dönmek isterler. O zaman Hüdhüdün onlara hitab bu yolun çile ve cilvelerini göstermek bakımından son derece mâ nalıdır.
Evet, bu yol, rahatına düşkünler yolu değil, âşıklar, canla riyle oynayanlar yoludur. Aşksız bu yol alınmaz ve korkak bezir gân bu yolda bir şey kazanamaz. Derdi olmayana bu şifahanede derman bulunmaz.
Buyuruyorlar :
— Mürşidimin emriyle Şeyh Zeynüddin'e o rüyaları anlat tim. Dedi ki: «Bana biy'at et ve irademe bağlan!» dedim ki: «Benim biy'at ettiğim ve iradesine bağlı olduğum zat hayattadır. Siz emin bir insan olduğunuza göre söyleyiniz : Bir kimsenin mürşi di sağken başka birine biy'at etmesi ve iradesine bağlanması caizse ben de öyle yapayım.» dediler : «istihare et!» dedim ; «Benim istihareme itimadım yoktur!» dediler : «Sen istihare et, biz de ederiz.» Gece olunca istihare ettim. Rüyada gördüm ki, Hâcegân tabakasından geçen azizler Herat'a ziyaret için gelmişler… Şeyh Zeynüddin de orada… O yerin ağaçlarını kesiyor ve duvarlarını yıkıyorlar, öyle bir kahr ve gazap içindeler ki tarifi mümkün değil. Gördüm ki bu rüya başka tarikata girmekten beni alakoymaya işarettir. Rüyadan sonra içimdeki tereddüt ve dağdağa silinip gitti. Ayağımı uzatıp rahat rahat uyudum. Sabah olunca Şeyhin huzuruna çıktım. Ben daha rüyamı anlatmadan kendileri söze giriştiler : «Tarikat birdir; hep aynı noktaya çıkar. Sen yine eski yolunda meşgul ol! Eğer bir müşkülün olursa bize bildir! Elimizden geldiği kadar medet edelim!.»
Şeyh Hazretleri de o gece istiharelerinde gayet büyük ve heybetli bir ağaç görüyorlar. Sayısız dallan var. Şeyh Hazretleri o dallardan birini koparmak istiyorlarsa da bir türlü başaramıyorlar. Bunun üzerine bildiğimiz mukabelede bulunuyorlar.
Buyuruyorlar :
— Mevlânâ Nizameddin Hazretlerinden Hicaz seferine izin istediğim vakit dediler ki: «Badiyede kafileyi gördüm : içlerinde sen yoktun!» Sükût ettim. Birkaç günden sonra tekrar izin istedim. Verdiler ve dediler : «Var git; lâkin bizden bir öğüt kabul et! Sakın sana öğüt verip işlememeni istediğim işi yapayım deme! Zira biz işledik ve pişman olduk. Bu pişmanlığın bağlı olduğu hacaleti kıyamete dek çeksek yeridir!» Ve öğütlerini verdiler: «Sende Allah'ın kahrı tecelli ettiği zaman sakın onu kullanayım deme! Nitekim Hoca Üsameddin hakkında ve bazı inkarcılar üzerinde ben kullanmıştım.» (Hoca Üsameddin, Mevlânâ Hazretlerinin hastalıktan kurtardıktan sonra yakışıksız hareketlerini görüp bâtınlarından çıkardıkları ve hemen düşüp öldüğünü haber aldıkları insan). Ben kendilerinden bu nasihati kabul ettim. Birkaç zaman sonra bana öyle bir hâl oldu ki, gözlerim kime dokunsa kendinden geçer, kendini kaybeder oldu. Eğer yanıma gelseler belki helak olurlardı. Ve ben o hâlin ilk zuhurunda evin bir köşesinde kapanıp gizlenmek zorunda kaldım. Böylece on dört gün, gece ve gündüz dışarıya çıkmadım. Uzaktan bana yakınlık gösterip benimle görüşmek isteyenlere de elimle işaret verip mâni olmağa çalışıyordum. Bu vaziyet, o hâl benden gidinceye kadar devam etti.
Mevlânâ'nın üstün bağlılarından biri, şeyhin hikmetlerin bir risale halinde toplamıştır, o risaleden birkaç damla veriyoruz :
Buyurdular :
— Allah ile meşgul olmak âlemde her şeyden kolaydır. Zira insanlar, mevcutlar arasında bir şey bulmak istediler mi, evvelâ onu isterler, sonra da bulurlar. Allah'ı ise evvelâ bulurlar, sonra isterler. Eğer bulmasalardı nasıl isteyebilirlerdi.
Buyurdular :
— însan birini sevince ister ki, herkes de onu sevsin… Muhabbet gayreti, sevdiğini gizli tutmayı isterken, muhabbetin kemâli de kimsenin onu inkâr etmemesini ister. Hattâ bütün âlemin ona bağlı ve istekli olması için ne yapacağını bilemez. Bu yüzden, sevdiğinde mevcut kemâl vasıflarını nasıl anlatmak kabilse öyle anlatır ki, insanlar ona tutkun olsun.
Buyurdular :
— Senin vücudunda küçük bir kıl bile herhangi bir sebepten incinse o kılın ardından gitmek lâzımdır. Yani bir şeyin tesir ve keyfiyeti ne kadar küçük olursa olsun hor görmeyip onu göz den silmemek ve elden bırakmamak gerektir.
Buyurdular:
— Hoca Muhammed Pârisâ diyorlar ki: Allah ile kul arasında perde, dış suretlerin gönülde nakış yer etmesiyledir. Bu nakışlar, perişan sohbetler ve türlü renkler ve şekiller yüzünden ziyadeleşir. Ne kadar mihnet ve meşakkat karşılığında olursa olsun, bu nakışları silmeğe çalışmalıdır. Bir de, kitap okumak, resmî sözler ve türlü kelimeler o nakışları çoğaltır. Güzel suretlere dalmak, hoplatıcı nağmeler ve sazlar dinlemek o nakışları harekete getirir ve coşturur. Bunların hepsi birden Allah'tan uzaklık ve gafleti davet eder. Talibe bunları nefyetmek vaciptir. Gerektir ki, hayali azdıran şeylerden uzaklaşıp saf gönülle Allah'a yönelinsin. Allah'ın âdeti o hikmet üzerindedir ki, mihnet ve meşakkat olmadan, hissî lezzet ve şehvetleri yenmeden bu mâna ele geçmez. Müminin istediği rahat ahrettedir. Bu fânî sarayda birkaç gün ıstırab çekmekten ne şikâyet!, ötesi ebedî rahattır. Bu âlemin ahiret alemiyle hiç bir münasebeti yoktur. Bu dünya, sonsuz bir çöle düşmüş haşhaş tanesinden farksızdır.
Bir bahar günü Mevlânâ Hazretlerinin yakınlarına okuduğu dörtlük :
Yolumuz yâr ile gül bahçesine uğradı;
Ben gafletle güle nazar edince dedi ki yâr :
Muhabbetin şartı bu mudur, utan yaptığından!
Ben varken güle bakmak nasıl elinden gelir?
Peşinden buyurmuşlar :
— Eğer bahar seyrine çıkıp gördüklerinizden haz edecek olursanız Allah'tan gafil oldunuz demektir. Haz etmeyecekseniz o halde gitmeğe sebep ne? Hakk gayrine yok de kurtul!
Buyurdular :
— Mevlânâ Nizameddin Hazretleri derlerdi ki : «Sükût sözden daha faydalıdır.» Zira her sözden nefs konuşması doğar. Nefs konuşması ise ilâhî feyzin kabulüne engeldir. Evliya sohbetinde, kişi gönlünü nefs hadîsinden temizlemeğe bakmalıdır. Zira onların öyle bir kulakları vardır ki, nefs konuşmasını hemen duyarlar ve bundan safalarına keder gelir.
Nasıl ki, kitap okuyan bir kimse dışarıdan bir konuşma işitecek olsa aklı karışır. Hattâ kâğıt üzerine sinek konsa yine dikkati çeker ve fikri dağıtır. Daima Allah ile meşgul bir taife, elbette ki nefs kelâmından şiddetle müteessir olmak mevkiindedir. Bir kimsenin yanında ağlayan bir yavru olsa onu rahatsız eder. Yavruyu susturmanın tek çaresi ona meme vermektir. Sâlike de düşen, böyle anlarda zikir memesini gönül ağzına verip türlü hayaller ve nefs mırıltılarından kurtulmaktır. Bu taifenin bir nevî de vardır ki, zikir bile onlar için nefs konuşmasıdır.
Yakınlarına hitab edip buyurdular :
— Ey dostlar! Biliniz ki bunca azamet ve ululuğu ile size gayet yakındır. Bu mâna size şimdiden malûm olmasa da onun itikat tarafını muhafaza ediniz! Gereken odur ki, siz daima tenhada ve açıklıkta edebî gözetesiniz ve evinizde tek başınıza olduğunuz zamanlarda da ayağınızı uzatmayasınız, ve helada, utangaç bir tavırla başınızı eğip ve gözlerini2i yumup oturasınız. Zahirde ve bâtında, gizlide ve açıkta, Allah ile doğruluk üzerinde olmalısınız! Bu mâna size yavaş yavaş malûm olur. Kendinizi zahir ve bâtın edebiyle süslemeğe bakınız! Zahir edebi, emir ve yasaklara riayet etmek, daima abdestli olmak, istiğfar eylemek, az söylemek, bütün işlerde ihtiyatı elden bırakmamak, eskilerin eserlerini okumak gibi hususlardan ibarettir. Bâtın edebi ise, en çetin iş olarak yabancılardan gönlü saklayabilmektir. Kalbe düşecek fikirler, ister hak, ister bâtıl, ister hayr, ister şer olsun, yabancılıkta ve Allah'a hicap (perde) olmakta birdir.
Buyurdular :
— Allah, peygamberine murakabe yolunu talim etmiştir. Bu işin gayesi Allah ile meşgul olmak. Allah kuluna her şeyden yakındır. Öyle bir yakınlık ki, yakınlıktan da yakın… Zira yakınlık hâli kıyas ve ibareye sığmaz. Yakınlık kıyas ve ibareye girince uzaklık olur. Yakınlık, yakın olma idraki içinde ifade edilebilecek bir şey değildir. Yakınlık odur ki, sen onda bitesin, tükenesin, nihayete eresin. Seni ve senden gayrini de bitmiş, tükenmiş, nihayete ermiş göresin… Ve bu hâli kelimelere, ifade kalıplarına dökmeğe kaadir olmayasın. Bir kimse ulu bir kişiye «filân şeyh yakınlıktan söz eder» dedi. Ulu kişi de ona dedi ki : «Git, o şeyhe söyle, birlik olan yerde yakınlık ve uzaklık olmaz! Yakınlık senin yokluğundan ibarettir!.» Bu hâl ibareye nasıl sığsın?.
ŞİİR
Hakka yakınlık, yüksekten, alçaktan geçmek değil;
Ne de maldan, makamdan uzaklaşmak..
Sadece varlığından geçmektir o…
Bir insanın göğsünde iki kalb yoktur ki, birini dünyaya yöneltsin de öbürünü Allah'a versin…
Buyurdular :
— insanın her nefes alışında bir hazine heder olup gider. . Her nefeste bilmek lâzımdır ki, Allah hazır ve nazırdır. Bu şuur insana hâkim olunca Allah'tan utanma duygusu da beraber gelir ve gaflet gider, insanda gönül birdir ve o dünyaya sarkacak olursa Allah'tan mahrum kalır; Allah'a yönelirse, içinde bir pencere açılır ve o pencereden ilâhî feyiz güneşinin nuru girer. Bu nur, doğudan batıya kadar her zerreye hayat verir ve yalnız penceresiz evler ondan nasipsiz kalır.
ŞİİR
Yâr her dem sana nazar eyler
Seni gafil görüp göz eyler
Buyurdular :
— ibadet cennete eriştiricidir. İbadette edeb ise Hakka yakınlaştırıcı… Allah dostları şöyle demişlerdir : «Bu yola girmek isteyenler başlangıçta bâtınını (içini) saf hâle getirip boyuna hâline nazar etmelidir ki, murakabe devam etsin ve tamamlansın… Yoksa, iyi bir iş işlese bile kötülüğü arttırmış olur. İlletli bir insanın, ilâç diye ne kullansa illetini ziyadeleştirmesi gibi… Bu yola gireceklere, ruha ânî olarak sokulan «havâtır» dedikleri menfî his ve fikirleri boğup atmakta üstad olmaları için nihaî derecede ceht ve gayret düşmektedir. Mürit, başlangıçta «havâtır» adına kalbine düşenleri defetmekten başka bir şeyle uğraşmamalı ve onların nasıl defedilebileceğini öğrenmelidir. Bu işi kitaplardan ve yazılı tavsiyelerden öğrenmek isteyenler bilsinler ki, böyle şeylerin derde devâ olmakta hiç faydaları yoktur. Hak yolu, insanın fiiliyle katılacağı yoldur; göz ve kulaktan kapmayla değil… Bağdat'ta padişah huzurunda olan bir kimse, Şam'a gidip orada padişahtan gelen nâmeyi okumakla yetinirse ona cahil ve akılsız demekten başka çare kalır mı ?
Buyurdular :
— Bir yerde olan her yerdedir, her yerde olan ise hiç bir yerde değildir.
Mevlânâ Hazretlerinin bu sözleri, vahdet ehlinin mezhebini bildirmek içindir. Demek istiyorlar ki : Bütün tecelli aynalarında zuhur eden hakikat birdir; lâkin ilâhî isimlerin gereği ve imkân âleminin değişikliği bakımından türlü türlü zuhur etmiştir. Zuhurların değişiklik ve aykırılığından hakikatin başka başka olması icab etmez. Nitekim belli başlı bir şahıs, bir çok aynada göründüğü zaman, kendisi bir olduğu halde her aynada o aynanın kabiliyetine göre ayrı ayrı olan, o değildir; aynalardır.
Buyurdular :
— ilâç diye öte beri yemekten ise perhiz etmek yektir. Çok yiyende çok hastalık görülür. Onları defetmek için ilâç alırlar, iyileşince de yine tıka basa yemeğe koyulurlar. Yine ilâç, yine sıhhat, yine yemek. Neticede ilâç ta fayda vermez ve marazı arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Günah ile tövbe de böyledir. Günah, arkasından tövbe, yine günah, yine tövbe… Neticede bu türlü tövbe de ayrı bir günah olup çıkar. Onun içindir ki Allah ehli her şeyde perhizi severler ve her şeyi bırakıp Allah ile meşgul olurlar. Ve bir gaflet anında öbür dünyaya göçmemek için çok dikkatli bulunurlar.
Buyurdular :
— Benim murakabede yol göstericim bir köy olmuştur. Bir gün gördüm ki, bir kedi, deliğin karşısına geçmiş, fareyi gözetler, durur. Ve avına öyle yönelmiş ki, kılı bile aynı dikkat içinde dimdik ve hareketsiz… Ben kediye merakla bakarken içimde bir seslenme oldu : «Ey himmeti eksik kimse, ben senin dileğin olmakta bir fareden eksik miyim? Sen de beni dilemekte bir kedi kadar olamıyorsun?» İşte o andan beri murakabeye düşmüş bulunuyorum.
ŞİİR
Ne demiştir bilir raisin bana yâr :
Gayriye bakma, dik gözün, yürü, var!
Buyurdular :
— Daima Allah'ı anmakla olun! O derecede ki, kendinizden kaybolasımz. Allah her şeyden lâtiftir. Lâtifliği artık olanın Allah ile alâkası artık olur. Nasıl, hamam içinde iş görenler, hamam külhanı, çörçöp taşıyanlardan üstün iseler ve nasıl buna göre her meslek öbürünün üstündeyse ve üstte olanlar altındakinin işini hor görürlerse, Hakk'a ermiş ve gönlünü o işe bağlamış olanlar da lâtiflik bakımından her derecenin üstündedir ve başka işe gelemezler. Bunlar namazda rükûa varsalar, doğrulup, secdeye uzansalar başlarını yerden kaldırmak istemezler. Bunlar, gözlerini yumup açıncaya kadar olsun, Haktan ayrı kalmaya dayanamazlar. Onlar da haktan gayriyle meşgul olabilecek-gönül ve heva yoktur. Nebiler bunların hâlini takdir nazariyle seyrederler. Takdirleri, bunların derecede nebilerden üstün olmasından gelmez. Asla!. Lâkin bunlarda hâl noktasından öyle bir şerefleri vardır ki, daima Hakka yakın olmaktan gelir. Hak, onları halkın gözünden gizlemiş ve devamlı olarak kendisine bağlamıştır. Bir padişahın, veziriyle ibriktarı arasındaki fark gibi… Vezir o padişah adına memleketi idare eder ve bütün işleri tasarrufu altında bulundurur. Elbette ki, derecede ibriktardan üstündür. Fakat ibriktar, her an padişah ile beraber olmak, onun abdest suyunu hazırlamak ve bu bakımdan huzurdan ayrılmamak gibi bir hususiyetin sahibidir. Vezirin takdir ve gaytası da bu noktadandır.
Buyurdular:
— Mevlânâ Celâleddin Rumî hazretlerinin «Sevenle sevileri her an vuslatta iken, ne acayip iştir ki, âşık, ne sevgilisiz olur, ne de ona malik… Hem erişmek ve hem yoksun kalmak, hem mesut olmak, hem de ağlamak, ne acayip!…» Şiirini, sırrı bakımından bir insan, üç bin yıl semalarda kanat çırpsa yine tam mânasiyle anlayamaz. Allah'ın yakınlığındaki keyfiyeti kim anlayabilir? Fakat cehd ile çalışan kuluna, Allah, öyle bir bilgi ihsan eder ki Hakkın, kendisiyle olduğunu bilir. Meğer gafletinden dolayı anlamıyormuş. Allah ehline öyle bir yakınlık hâsıl olur ki, Allah'ın varlığında ve anlatıldığı üzere olduğunda hiç şüphesi kalmaz. Nitekim hiç kimsenin kendi varlığı üzerinde şüphesi yoktur. Arkasına yabancı kaftanlar giyse ve gözlerini yumsa yine kendi vücudundan dışarıya çıkamaz ve onu unutamaz.
Buyurdular :
— Zikir, arabî, Farisî vesaire, harf ve sesten mücerret hâle gelince ve bütün cihet ve istikametlerden kurtulunca, mürit, «Şeceriyet – ağaç olma» makamına erişir ve o ağaçtan yemiş yemeğe kaadir olur. Zikir bir tohumdur ki, marifet ağacı ondan çıkar. Ağaç nasıl tohumdan biterse, harf, ses, şekil, renk, keyfiyet, kemiyet ve cihetten mücerret olan mutlak Tevhid de, Tevhid Kelimesinden meydana gelir.
Mevlânâ Sadeddin Hazretlerinin kerametlerinden birkaç yaprak :
Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretlerinin ileri gelen sahabilerinden Mevlânâ Alâeddin Hazretleri anlatıyor :
— Hastaydım. Mevlânâ Sadeddin Hazretleri ziyaretime geldiler ve bir kenarda oturdular. Bir aralık murakabeye daldılar. Başlarının üstünde baca deliği gibi bir menfez vardı. Murakabe sırasında delikten başlarına bir tutam toprak saçıldı. Başlarını kaldırıp toprağın geldiği yere baktılar. Bu hâl üç kere devam etti. Bu işi delikteki bir farenin yaptığı belliydi. Üçüncüsünde başlarını kaldırıp deliğe baktılar ve «hey edebsiz farecik!» diye mırıldandılar ve dışarı çıktılar. Ben bu vaziyetten sıkılmış, yatağıma oturmuştum. Bir de baktım ki, delikte bir kedi, fareyi gözlüyor. Fare yine toprak saçmaya başlayınca hemen üzerine
atılıp pençeledi ve alıp götürdü. O gün saydım; kedi, o delik ten 18 fare çıkarıp teker teker öldürdü.
Mevlânâ Pîr Ali :
— Bir dükkânım vardı. Kaftancılık ediyordum. Bir gün dükkânıma bir vergi tahsildarı geldi ve uzun uzadıya hesap, kitaplardan sonra benden öyle bir meblâğ istedi ki, onu ödemeğe gücüm yetmezdi. Söyledim, dinlemedi, sövüp saymaya başladı. Ben bu haldeyken Mevlânâ Hazretleri geldiler. Memurun sövüp caydığını gördüler. Elini tahsildarın omuzuna koyup dediler «Hey kardeş, sövme dilini tut!» Mevlânâ Hazretlerinin eli tahsildarın omuzuna değer değmez, adam yere yuvarlandı. Pazar ortasında kıvranmaya başladı. Mevlânâ Hazretleri dükkânın önünde oturmuşlardı. Adama merhametle nazar ettiler. Tahsildar kendisine gelir gelmez onun yoluna girdi.
Yine aynı zat:
— Zevcem gebeydi. Dört aylık… Gizlice çocuğunu düşürmek istiyor ve bunun için bir takım sakat tedbirler alıyor. Çocuk rahimde ters dönüp düşmeyince zevcem korkunç sancılarla kıvranmaya başlıyor ve ölüm döşeğine seriliyor. Konu komşu başında, ha gitti, ha gidecek… Bu hâli görünce ıstırapla sarsıldım ve Mevlânâ Hazretlerine koştum. Huzurlarında bir takım yüksek kimseler vardı. Tek saniye bile kaybetmeğe gelmeyen vaziyeti Mevlânâ Hazretlerine anlatamadım ve bir köşede büzülüp kaldım. Mevlânâ Hazretlerinin nazarları bana yönelir yönelmez hemen kalktılar ve yürümeğe koyuldular. Ardlarından da o yüksek kimseler… Beni yanlarına çağırdılar ve dediler : «Git, o zalim zevcene de ki: Bu işi filân tarihte yine işlemiştin! O zaman seni affetmiştik. Şimdi de affediyoruz! Eğer bir daha işlersen kurtuluşun yoktur..» Bu sözlerden sonra içim ferahladı. Doğru eve koştum. Zevcem iyileşmiş, marazı geçmişti. Olanları kendisine anlattım. Ağladı ve dedi ki : «Doğru!.. O tarihte bu işi yine yapmış ve ölümden kurtulmuştum. Mevlânâ Hazretlerinin büyüklüğü karşısında hicab duyuyorum. Bir daha böyle bir şey yapmamaya da ahdediyorum!.»
Mevlânâ Alâeddin'in anlattığına göre, bir gün uzaklardaki anne ve babasından bir mektup geliyor ve kendisini evlendirmek istediklerini, güzel bir kız bulduklarını, hemen gelmesi gerektiğini bildiriyor. Alâeddin, Mevlânâ Hazretlerinin hizmetinde bulunduğu için bu mektuptan üzülüyor. Mürşidini hiç bir pahaya bırakmak istemiyor ve vaziyeti arzetmek üzere huzurlarına giriyor. Mevlânâ Hazretleri, henüz kendilerine mektuptan ve davetten bahseden olmadığı halde «Git! Mademki annen baban çağırıyor gitmelisin!» buyuruyorlar. Gidiyor, evleniyor ve 18 yıl oralarda, şeyhinden uzaklarda kalıyor. Fakat hiç bir an şeyhine rabıtadan gaflete düşmüyor. Bulunduğu yerin hükümet memuru Alâeddin'e yapmadığım bırakmamaktadır. Gördüğü zulümler karşısında şeyhinin bâtınına sığınan Alâeddin, bir gece rüyasında Mevlânâ Hazretlerini görüyor. Mevlânâ, elinde bir yay, karşıdan gelen zalim memura bir ok çekiyor. Ok, memurun vücuduna saplanmıştır. Birkaç gün sonra memuru görmeğe giden Alâeddin, onun bir gece, anî olarak felç geçirdiğini ve artık yerinden kımıldayamaz hale geldiğini öğreniyor.
Yine ayna zât, bir gün yüksek bir ağaçtan tehlikeli şekilde düşüyor ve yere değmeden Mevlânâ Hazretlerinin kendisini havada kucaklayıp kaptığını ve yere bıraktığını görüyor. Bir an sonra ortada kimsecikler yoktur. Bir müddet sonra yine Mevlânâ Hazretlerinin huzuruna nail olup hizmetine girince her iki tecelliyi de kendilerine anlatmak istiyor. Rüyada ok yiyen zalimin felç oluşunu ve kendisinin ağaçtan düşerken havada Mevlânâ Hazretleri tarafından tutuluşunu. Daha anlatmaya başlamadan Mevlânâ Hazretleri şöyle diyorlar:
— Zalimlerin düşmesi bir türlü, mazlumların düşmesi bir türlüdür.
Yine Mevlânâ Alâeddin :
— Başlangıçta Mevlânâ Hazretleri bana kalbî zikri talim ettiler ve buyurdular ki : «Benim karşımda, kendi kendine gizli ve kalbî zikirle meşgul ol!» Ben kalbî zikre başlayınca şöyle dediler: «Zikir sırasında kalbine hareket veriyorsun! Böyle yapma! Sadece zikrin mânasını kalbine yükle! O zaman kalb bu mânadan müteessir olur ve kendi kendine harekete gelir. Ondan sonra istediğini yap!» Mevlânâ Hazretleri bana kalbimin hareketinden haber verdikleri güne kadar, bu âlemde, insanların kalbini okuyabilecek bir adam bulunabileceğine inanamazdım. Birden bire taaccübe düşüp zikri bıraktığım zaman buyurdular : «Vallahi benim Belh'te bir bakkal müridim vardır ki, iki ayağı dükkân çukuru içinde işiyle uğraşırken, ben buradan, fersahlarca mesafeden, onun kalbini kendisinden iyi bilirim.» Bu mâna ve hakikat gün gibi tecelli ettikten sonra Mevlânâ Hazretlerine inanışım öylesine büyüdü ki, bir daha eteklerini bırakmadım.
Mevlânâ Cami Hazretlerinin küçük kardeşi Mevlânâ Muhammed de şöyle anlatıyor :
— Ben önceleri kimya ile uğraşıyor ve bir iksîr bulmaya çalıyordum. Bir çok tecrübeye girişmiş, bazı muvaffakiyet alâmetleri de görmüştüm. Fakat henüz tam tesirli bir iksîr elde edememiştim. Bazı sır hudutlarım örselemiş olmak korkusiyle, perişan bir hâle düştüm. Bu perişanlıkla pazarda dolaştığım, kalabalıklar içinde kaybolduğum bir anda, omuzumda bir el hissettim. Biri, elini omuzuma dayamıştı. Dönüp baktım : Mevlânâ Sadeddin Hazretleri… Kendilerine büyük saygı gösterdim ve imdatlarına muhtaç olduğumu belirttim. Dediler : «Gel, ey iksîr bulmaya çalışan insan!. Sana, iksir neymiş, talim edeyim… Vaz geçme hazinesine gir, böyle marifetlerden elini çek ve kanaat göster! Kanaatten zengin ve tesirli kimya olmaz!» Ondan sonra bende kimya ve simya hevesi tamamiyle sönüp gitti. Her şey içe döndü.
Mevlânâ Alâeddin :
— Hâlimin başlangıcında Mevlânâ Hazretlerinin hizmetine bakarken, bana, resmî ve umumî ilim tahsilini bırakmamı emrettiler. Arapça, mantık, kelâm ilmi gibi bazı derslerim vardı. Hepsini terkettim. Fakat hadîs ilmi üzerinde bir hocadan bir kitap takip etmekteydim ki, onu bırakmaya kıyamadım. Kendi kendime, hadîs okumak her halde sülûkâ mâni değildir diye düşündüm ve kitabı tamamlamaya karar verdim. Kitabı okutan hocanın yanına gitmek üzere evimden çıktım. Bir de başıma ne gelse .iyi? Sanki birdenbire ayaklarıma demirden bir pranga vurdular. Adım atabilmenin imkânı yok. Bin zahmetle yol almağa çalıştım. Başımdan tülbentim de gitti. Yolumda bir köprü vardı. Onu geçtim geçmedim ki, gömleğim de uçtu. Dehşet içinde kaldım. Geriye döndüm. Bütün benden uçup giden şeyler yerli yerine dönmez mi? Ayağımın prangası da çözüldü. Doğru Mevlânâ Hazretlerine koştum. Kendilerini camide buldum. Bir kenara çekilmiş murakabeye dalmışlardı. Beni görünce gülümsediler. Büsbütün anladım ki, bu tasarruf, tenbihlerine riayet etmediğim için taraflarından meydana getirilmiştir.
Yine ve daima Mevlânâ Alâeddin… Bir gün, tasavvuf ıstılahınca «kabz» denilen müthiş bir sıkıntı ve bunalmaya düşüyor. Çare, ruhunu teslim ettiği büyük velîdedir. Doğru onun evine gidiyor ve hâlinden bahsedip feraha çıkarılmasını niyaz ediyor. Mürşit, sağ eliyle müridin yakasından tutup sıkıyor ve şehadet parmağını ensesine bastırıyor. Müthiş tecelli!. Alâeddin'in gön-
lünde bir nebze bahar havası… Sıkıntısı uçup gidiyor ve yerine anlatılmaz bir şevk, neşe geliyor. Bakın ne diyor :
— Dört ay müddetle gönlüm gül gibi açtı ve safa buldu. Bu hâl zahirimde de peydahlandı. Tebessümden kendimi alamaz oldum.
Mevlânâ Alâeddin bir gece, bazı arkadaşlariyle, Nakşiler tarafından hoş karşılanmayan bir iş yapıyor. Raks ve sema' (oyun ve mûsiki) topluluğunda bulunuyor. Sabahleyin Mevlânâ Hazretlerinin huzurunda, şehrin büyüklerinden koca bir halka… .Mevlânâ Hazretleri kendisine bir nazar atar atmaz o kadar fenâlaşıyor ki, yere kapanacak gibi oluyor. Sanki omuzlarına kaldırılmaz bir ağırlık yüklenmiştir, iki büklüm, burnu yere değecek gibi… Alnından iri ter damlaları süzülmekte… «Çatlayacağımı, öleceğimi sandım!» diyor Mevlânâ Alâeddin… O sırada, Mecliste bulunan Mevlânâ Şehabüddin vaziyeti kavrıyor ve Mevlânâ Alâeddin'in affı için Mevlânâ Hazretlerinden istirhamda bulunuyor. Mevlânâ Şahabüddin'e diyorlar ki, Mevlânâ Hazretleri :
— Bir işkembeci, o pis nesneyi kaynar sulardan geçirip o türlü temizler ve pişirir ki, insanlar onu zevk ve iştiha ile yerler. Kirli nefsleri temizlemekte biz bir işkembeci kadar da mı değiliz?
Bu sözleri söyledikten sonra sağ ellerinin ayasını sol ellerinin ayasile birleştiriyorlar; ve Mevlânâ Alâeddin'in üzerindeki yük bir anda kalkıyor.
Tevhid hakikatleri üzerinde çetin bir muhasebeye girişen büyük bir zat, bir türlü halledemediği iki mesele peşinde diyar diyar dolaşıp bunları çözebilecek irfanda bir yol gösterici arıyor. Fikrini de Mevlânâ Hazretlerine açıyor ve şu cevabı alıyor : «Yarın bize gelinde meselelerinizi çözmeğe çalışalım… Belki de seyahat etmenize hacet kalmaz.» Ertesi sabah Mevlânâ'nın huzurunda… Nazarı onun yüzüne değer değmez kendinden geçip yere düşüyor. Kendine gelince de şu beyti okuyarak müşkülden kurtulduğunu belirtiyor :
ŞİİR
Her sualin cevabı senin cemalinde;
Cemalin, şüpheleri kelimesiz halleder.
Mevlânâ Sadeddin Hazretlerinin vefatları, 860 yılı Cemazi-yelâhir ayının 7 nci çarşamba günü.