MEVLÂNÂ YAKUP ÇERHİ

MEVLÂNÂ YAKUP ÇERHİ

Hoca Bahaeddin Hazretlerinin ileri derecede yetiştirmelerin­den . . Gazneyn vilâyetinin Çerh köyünden. . Kabirleri de Helfeto adlı bir hisar köyünde. 

Anlatıyor : 

— Hoca Bahaeddin Hazretlerinin hizmetine girmeden kendi­lerine karşı büyük muhabbet ve incizab beslemekteydim. Buhara'nın din âlimlerinden icazet aldıktan sonra tam memleketime hareket edeceğim zaman huzurlarına vardım ve «Beni hatırdan Çıkarmayınız!» diye kendilerine yalvardım. Dediler : «Tam gide­ceğin zamanda mı bana geliyorsun?» dedim : «Öyle oldu. Gönlüm iştiyakınızla dolu. .» dediler : «Bu iştiyak ne yüzden geliyor?» de­dim : «Ulu kişisiniz ve herkesin'makbulüsünüz!» Dediler : «Bu se­bep yeterli değil; daha üstün bir şey bulman lâzım. . Halkın beni kabulü şeytanî olabilir.» Dedim : «Sahih- ve emin bir hadîstir ki, Allah bir kulunu dost edinince onun sevgisini gönüllere düşürür!» Tebessüm ettiler ve buyurdular: «Biz azizlerdeniz (azizan). . Bu söz üzerine kendimden geçer gibi oldum. Zira bir ay kadar evvel gördüğüm bir rüyada bana «Azizânın müridi ol!» demişlerdi. Rü­yayı unutmuştum. Hoca Hazretleri «Azizan kelimesini kullanınca hatırladım ve büsbütün kendilerine bağlandım. Tekrar «Beni ha­tırdan çıkarmayınız!» diye yalvardım. Dediler ki : «Bir gün Azizândan böyle bir istekte bulunmuşlar. Onlar da, bir şeyin hatırda kalması için bir vasıtaya ihtiyaç bulunduğunu söylemişler ve ha­tırlamaya vesile olacak bir şey istemişler.» Bu sözü söyledikten sonra bana mübarek takkelerini hediye ettiler. Ve dediler : «Se­nin bana verecek bir şeyin yok! Bari şu takkeyi al da ona her göz ve el atışında bizi hatırla ve yanında bul!» Ayrıca tenbih ettiler : «Bu seferde Mevlânâ Tacüddin Deştgûlegî'yi bulmaya gayret et! O, Allah'ın evliyasındandır!» Yola çıktıktan sonra içime evvelâ Belh'e, oradan da memleketime gitmek arzusu düştü. Belh nere­de, Deştgûlek nerede? Ama şu oldu, bu oldu, kendimi birdenbire Deştgûlek yakınlarında buldum. Hoca Hazretlerinin tenbihleri ha­tırıma geldi. Hayran kaldım. Hemen Mevlânâ Tacüddin'in sohbe­tine can attım, bu arada Hoca Hazretlerine bağlılığım o kadar art­tı ki, hemen geriye dönüp ona teslim olmak arzusu beni sardı. Buhara'da bir meczub vardı. Ona güvenim yerindeydi. Yolda bu meczubu bir kenarda oturur gördüm. Ona sordum : «Gideyim mi, gitmeyeyim mi?» cevap verdi : «Hiç durma git, tez git!» ve otur­duğu yerde, toprağın üstüne bir takım çizgiler çekti. Kendi ken­dime düşündüm : Bu çizgileri sayayım, eğer tek çıkarsa gitmem gerektiğine işaret olsun. . Saydım : Tek. . Hoca Hazretlerine va­rıp eteklerine yapıştım. Bana «Vukuf-u adedî»yi (zikirde sayı bil­gisi) telkin ettiler ve «Elinden geldiği kadar zikirde tek sayıya 

riayet et!» buyurdular ve yolda meczubun çektiği çizgilerin tek oluşuna işaret ettiler. 

Mevlânâ Yakup Çerhî bizzat anlatıyor : 

— Allah'ın inayetiyle bu fakirde erenler yolunda istek do­ğup ta ilâhî fazl bana rehber olunca Buhara'da Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerine erişmek nasib oldu. Onların kerem ve il­tifatları beni saadete garketti ve gördüm ki, mürşidim, kâmil ve mükemmeldir ve evliyanın en üst tabakasındandır. Kur'an'dan tefe'ülüme cevap, hislerimi gerçekleştirici ve bağlılığımı sağlam-laştırıcı oldu. Bir gün evimin bulunduğu Fethâbâd'da Şeyh Sey-füddin Bûharazî'nin kabrine doğru oturmuştum. Bâtınımda öyle bir fırtına koptu ki, hemen Hoca Hazretlerine koşmam icap etti. Oturdukları yer olan «Kasr-ı Arifan», istikametine atıldım. Hoca Hazretlerini yol üstünde beni beklemekte buldum. Bendelerine ihsanda bulundular. Namazdan sonra bu fakirle sohbet ettiler. Heybetleri öyle sarmıştı ki, beni, hiç bir karşılık vermeğe meca­lim kalmamıştı. O anda buyurdular : «îlim iki kısımdır. Biri kalb ilmidir ve bu ilim en yararlı olanıdır. Bu ilmi Resuller ve Nebiler talim eder. Edebî lisan ilmidir. Bu ilim de Allah'ın insan oğluna hüccetidir. Ümit ederim ki, bâtın ilminden sana bir pay erişsin.» Ve ilâve ettiler : «Sıdk ehliyle düşüp kalk ve onlarla halleş! Yal­nız bunlarla düşüp kalkman ve halleşmen sıdk ile olsun. Zira bun­lar kalb casuslarıdır, kalbinize girerler ve himmetinize göz atar­lar. Biz kendimizden, kendi kararımızla kimseyi kabul edemeyiz. Aldığımız emir bunu gerektirir. Görelim, bu gece bize ne işaret buyrulur? Eğer seni kabul ederlerse biz de kabul ederiz.» ömrüm­de o geceki kadar çetin bir dem geçirmedim. Saadet kapısının açılmasını umarken bu kapının yüzüme kapanmasından korktum ve sabaha kadar şübhe ve ıstırap içinde kıvrandım. Sabah nama­zından sonra Hoca Hazretleri buyurdular : «Müjdeler olsun ki, kabul işareti geldi. Biz insanları az kabul ederiz; kabul etsek de geç kabul ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği ve vaktin nasıl ol­duğu belli olsun. . » 

Bu sözün mânasını anlamak, tasavvuf lisanında «Vakit» mef­humunun ne demek olduğunu bilmeğe bağlıdır. 

Mevlânâ Câmi Hazretlerinin nakillerine göre Aynilkuzat Hazretleri kendi halini tarif ederken demiş ki : 

— Babam ve ben memleketimizin imamlarından bir bölük kimseyle bir sofinin evindeydik. Biz raks halindeydik. Biri de yüksek sesle beyit okumaktaydı. Babam da manzarayı seyrediyor­du. Babam, keşif yoluyle, Hoca Ahmed Gazali Hazretlerinin bi­zimle beraber raksettiğini ve filân renk ve biçimde bir elbise gi­yinmiş olduğunu söyledi. Tam o anda beyit okuyan zat «ölmek is­tiyorum!» diye bağırdı ve hemen düşüp öldü. Vaktin mânasını an­ladık. O dem ölüm ve dirim ânıydı. Yine o dem, yani o anın mâ­nası, ruhuma dedi ki : «Canlıyı öldürdüğün şu vakitte ölüyü de diriltebilir misin?» Yine içimden «ölü kimdir?» diye sordum. «Şu yerde yatandır!» cevabını aldım. Dedim : «ilâhî, şu mürdeyi zin­de eyle!» ölü bir anda kendine geldi. 

İlim ve irfan sahiplerine ve zevk ve vicdan ehline gizli değil­dir ki, «âlimler, peygamberlerin varisleridir» mealindeki hadîs hikmeti gereğince zahir plânında din bilginleri Allah Resûl'ünün getirdikleri şeriat ölçülerini korumak mevkiinde oldukları gibi, Muhammedî hakikat esrarına nüfuz etmiş büyük velîler de, o din ve dünya sultanının Allah sevgisiyle dolu kalb hazinelerinden pay sahibi olarak vakit hükümleri üzerinde tasarruf sahibi ve bu ba­kımdan Allah Resûl'ünün varisleridir. 

Zahir ehli dış dünya nizamına, bâtıl kahramanları ise iç âlem ve melekût dünyası intizamına memurdurlar, işte bu kahraman­ların dem dem öyle zamanları olur ki, derinlere nüfuz etmekte en kudretli bir lisan bile o hâlleri vasıflandıramaz. Ve bu kahraman­ların zaman zaman öyle saltanatları zuhur eder ki, akıl onları kav-rayamaz. Bu keyfiyetin izahı yolunda gönül ehli çok söz söyle­mişlerdir, öyle bir demdir ki, o vakit, onda Allah dostlarının iste­ği istek, reddi de reddir ve iradelerinin oku daima hedefini bulu­cudur. Lâkin bu keyfiyet üstün evliyaya mahsus olup herkese mü­yesser olmadığı gibi, bu sırra mazhar olanlar da her zaman bulu­namaz. Bu hususta, şahit ve delil makamında bir hadîs vardır. Anlayış sahiplerine düşen borç, gönül ehline yapışmayı saadet 

bilmek ve gerçek yönelişe mürşide dönüp kalbini feyz mecrası ol­maya müsaid hale getirmek ve ilâhî lütfü gözlemektir. Bu kemal derecesinin meydana gelmesi için lâzım gelen iki şarttan biri, mü­ridin yöneliş ve dileyişindeki kıymet, öbürü de mürşidin vakte hâkim ve sahip oluşundaki kuvvettir, îşte bu yüzdendir ki, Şâh-ı Nakşibend hazretleri, müridin kabulünde o vaktin mâna ve ifade­sini başlıca şart olarak belirtmişlerdir. 

Yakup Çerhî Hazretleri vakit hakkındaki bu hikmetleri dile getirdikten sonra devam ediyor : 

— Ondan sonra Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, silsilelerini Abdülhâlik Gucdevânî'ye kadar gösterdiler ve bu fakiri zikirde «vukuf-u adedî» : Sayı bilgisine davet ettiler. Ve buyurdular ki : «Ledün ilmi, işte, Hızır'ın Abdülhâlik Gucdevânî Hazretlerine talim ettiği bu bilgidir.» Nice zaman hizmetlerinde bulundum ve bana Buhara'da sefer etmeğe icazet verdikleri güne kadar yanlarından ayrılmadım. Sefere çıkacağım zaman «Sana, tarikat edebi ve ha­kikat sırrı olarak bizden ne erişse, Allah'ın kullarına götür ve saa­detlerini sağlamaya çalış!» Hoca Bahaeddin Hazretleri, bize Ho­ca Alâeddin Attâr ile sohbet etmemizi emretmişlerdi. Hoca Haz­retlerinin vefatlarından sonra, ben, uzun müddet Bedehşan'da kaldım. "Hoca Alâeddin ise Cığaniyân'da bulunuyorlardı. Bana bir mektup gönderip Hoca Hazretlerinin vasiyetlerini hatırlattılar ve bir arada olmak hususunda ne düşündüğümü sordular. Hemen Alâeddin Attâr Hazretlerinin bulundukları yere gittim ve ahrete intikallerine kadar yanlarında kaldım. Vefatlarından üç gün son­ra da memleketime döndüm. 

Mevlânâ Yakup Çerhî, başlangıç demlerinde uzun müddet Herat camiinde ve peşinden Mısır'da ilim tahsiliyle uğraşmışlar.. 

Buyuruyorlar : 

— Herat'ta kaldığım müddetçe, yemeklerimi, Hoca Abdul­lah Ensarî Hazretlerinin dergâhında yerdim. Zira onun vakıf şartlarında genişlik vardı. Herat şehrindeki vakıfların üçünden başkasında emin olunacak şartlar mevcut değildir. Emin olan üç vakıftan biri Hoca Abdullah Ensârî, öbürü Hanikah-ı Melik, daha öbürü de Gıyasiye medresesi vakıflarıdır. Bu sebepledir ki, 

Mâveraünnehr uluları, müridlerini, vakıflarının çoğu uygun­suz olan Herat'a göndermezlerdi. Çünkü Herat'ta helâl lokma az bulunurdu. Bu yolun sâlikleri haram yiyecek olursa, tam bir ge­riye dönüşle kötü tabiatine avdet etmiş ve «Sırât-ı Müstakim — 

Doğru yol» den kalmış olur. 

Hoca Ubeydullah Hazretleri anlatıyor : 

— Mevlânâ Yakup Çerhî Hazretleri, Şeyh Zeynüddin Hâfî Hazretleriyle Mısır'da beraberlermiş o devrin yüksek âlimlerin­den Mevlânâ Şehabcddin Sirvânî'den feyz almaktalar imiş. Ara­larında meşrep ve intisap birliği de varmış. . Bir gün Mevlânâ Yakup bu fakire sordular : «Sen Horasan'da çok bulundun; Şeyh Zeynüddin Hâfî müridlerinin rüya tâbirlerinin umumiyetle doğ­ru çıktığı ve bu tâbirle güvenildiği doğru mudur?» Cevap verdi : «Evet, doğrudur!» Bu sözü söyler söylemez de kendisinden geçti. Onun, sık sık kendisinden kaybolduğu daima görülen şeylerdendi. Elleri bir tarak gibi sakalını kavramış olarak o türlü kendinden geçti ki, mübarek başı göğsüne düştü, sakalından birkaç beyaz kıl da parmaklarında kaldı. Bir saat kadar bu halde kaldılar ve son­ra başlarını kaldırıp bir beyit okudular : 

Ben güneşin çocuğuyum ve hep güneşten konuşurum; 

Ne geceyim, ne de geceye tapanlardanım ki, uykunun masa­lını anlatayım…